Clint Eastwood’un bir filminde dediği gibi:
"Kimseye yarın sözü verilmez."

Aslında bu cümle, hayatın en çıplak gerçeğini fısıldıyor kulağımıza.
Ne kadar plan yaparsak yapalım, ne kadar “yarın” diye başlayan cümleler kursak da, elimizde sadece “şimdi” var.
Ne bir dakika öncesi geri gelir, ne de bir sonraki nefesin garantisi verilir.

Yine de insan, sanki ölümsüzmüş gibi davranır.
Yarınlara sözler verir, hayaller erteler, sevgisini bile bir başka zamana saklar.
Oysa belki de asıl kaybettiğimiz şey, o sakladığımız sevgilerdir, söylenmemiş sözlerdir, bir türlü cesaret edemediğimiz vedalardır.

Peki nasıl yaşamalı insan?
Hiç yarın yokmuş gibi mi, yoksa hep yarın varmış gibi mi?
İkisinin ortasında bir yer olmalı…
Bir ayağımız bugünde, kalbimizde ise geleceğe dair bir dua gibi umut olmalı.
Emek vermeden yaşam olmaz ama sadece gelecek kaygısıyla da “şimdi”yi öldürmemeli.

Belki de denge, bu iki uç arasında bir çizgide gizli:
Yarınlar için çalışırken, bugünün kokusunu unutmayacak kadar farkında kalmakta.
Bir fincan kahvenin sıcaklığını, bir dost sesinin huzurunu, bir kedinin masum bakışını görebilmekte.

Çünkü bir gün, hepimizin “bir daha görememekten korktuğu” insanlar olacak.
O zaman anlıyoruz işte, hiçbir şeyin garantisi olmadığını.
Ne bir tebessümün, ne bir sabahın, ne de bir “yarın”ın...

Ve bu farkındalık, bir hüzün değil aslında.
Tam tersine, yaşamanın ta kendisi.
Hayatı olduğu gibi, eksikleriyle, sonluluğuyla kabul etmenin cesareti.

O yüzden...
Kimseye, hatta kendimize bile yarın sözü veremeyiz.
Ama bugünün hakkını verebiliriz.
Bir tebessüm, bir sarılma, bir “iyi ki” ile.

Tıpkı bir daha görememekten korktuğum insanlar gibi,
her şeyin kıyısında yaşarken,
bir “yarın” umuduna tutunuyorum.