“İnanmak ya da inanmamak, bütün mesele bu” desem… Çok klasik, çok sığ bir cümleyle başlamış olur muyum? Ya da tam tersine en son söyleyeceğimi en başında mı söylemiş olurum? O zaman da yazıyı yazmama gerek kalmazdı. Neyse yazmaya devam edeyim de nasıl olsa gidişata göre okkalı bir bitiş cümlesi bulurum diye düşünüyorum.

İnanmak… İnsanın doğasına hakim bir duygu. İnanmamak da bir o kadar insanın doğasına aykırı. İnanmak: Dilemek, beklemek, sabretmek, bir umut inanmak ve bazen bir dost yalnızlıktan, korkudan kurtaran.  Farklı farklı insan, farklı zamanlarda, farklı yerlerde, farklı şeylere inandı. Kimisi yüksekte olmayı güç saydı göğe inandı, kimisi karşılıksız nimet sunmayı büyüklük saydı toprağa inandı, kimisi ateşten korktu ateşe inandı ve taptı. Bir varlığa sığınma ihtiyacıydı bu; kendinden çok çok güçlü olduğuna inandığı bir varlık… Evet o güçlü varlığı sevdiler, korktular ve ona inandılar. Ama en çok da korktular, hatta birden fazla olduğuna inanıp, “tanrıları kızdırmaya gelmez” dediler…

Şimdilerde, bize aydınlanma dersi vermeye çalışan Avrupa, ortaçağda kendi kör karanlığında, kırmızı lekeli, kızıl saçlı kız çocuklarını şeytan diyerek öldürüyor, din adamları cennetten tapu dağıtıyor, istemedikleri kimseleri de afaroz ediyor, her türlü sanatı günahkarlık sayıp, sanatçıları öldürüyordu. Ve ülkeleri din adamlarının yönettiği krallar yönetiyordu. Din adamları tanrı gibi hareket ediyordu ve tanrının insanlaştırıldığı bir dönemdi bu dönem. Sonra yeryüzünde tanrı gibi hareket edenlere karşı bir akım doğdu ve bu saçmalıkların önüne geçildi. Geçildi geçilmesine de, bu kez de akım akımı doğurdu ve tamamen bir reddediş ve sadece aklın, bilimin ve insanın her şeyden üstün kılındığı bir başka çağ başladı. Bilime ve akla karşı değiliz elbet fakat hiçbir şeyin ortasını bulamayan insanoğlu bu kez de “insanın tanrılaştığı bir dönemi” başlattı. Artık insan için ormanlar yok ediliyor, hayvanlar postu, derisi için öldürülüyor, bir ülkede fabrika bacası tütsün diye bir başka ülkenin kaynakları sömürülüyor, siyah insan beyaz insana köle oluyordu. İnsanın her şeyin üstünde olduğu, insanın tanrılaştığı bir dönem. Hangi insan yani? Bazı yerlerde fabrika patronlarıydı tanrı, bazı yerlerde komutanlar, liderlerdi tanrı… İnsanı insanlıktan çıkaran, inancı zedeleyen bu akım, dünyada birçok yere yayıldığı gibi bize de bulaştı. Bize uyar mı uymaz mı, bizimle bu derdin ne alakası var demeden benimsediğimiz uğruna savaşıp, birbirimizi dövdüğümüz akımlar. Allah’a inandığı halde inandığına inanamayan, sıkıştığında “aman Allahım” diyen biri, saatlerce inanan birini inkara ikna etmeye çalışmayı farklı olmak, aydın olmak sanıyordu… Medeniyete, bilime, aydınlığa, yalnızca ve yalnızca Allah’ı yok sayarsa ulaşabileceğine inanan insan modeli…

Son zamanların moda cümlesiyle soracak olursak: şimdi “neyin kafasını yaşıyoruz?” diye. Cep telefonu, televizyon, bilgisayar… Bizim teknolojiyi kullandığımız değil de teknolojinin bizi kullandığı bir dönemi yaşıyoruz. Şimdilik sadece teknolojik yazı dilinde kullandığımız ama gelecekte dilimize iyice yerleşeceğinden ürktüğüm, yani üşenip kısalttığımız kelimelerin (slm., tmm., mrb., nbr., ok., hay., vaaay…), kesilen selamın, kelamın, tebessümün yok olduğu ve tek tuşla kilometrelerce uzaklarda   çoluk çocuk demeden insanlığın, doğanın katledildiği dönemleri yaşıyoruz. Allah’ın ve insanın buharlaştırılmaya çalışıldığı bir çağı, bir trajediyi…

Ne demiştik? Tanrının insanlaştırıldığı dönem, insanın tanrılaştırıldığı dönem, şimdi yaşadığımız döneme de bir isim bulmazsak ayıp olur. İnsanın robotlaştırıldığı dönem.

CYBORG (saybörg), sadece hızı ve hazzı yaşayan,  yarı robot yarı insan…