Soğuk savaş sonrası dönemde giderek çeşitlenen ve mikro hale gelen kimlikler, bu kimlikler arasında uzlaşmazlık, ötekileştirme ve çatışma olgularını da beraberinde getirmiştir. 1990’lı yıllara kadar pek çok demokratik ülkenin ceza adalet sistemlerinde farklı kimliklere karşı olumsuz önyargılarla işlenen suçlar, yalnızca ırkçılık ve antisemitizm kavramları ile sınırlıdır. Soğuk savaş sonrası dönemle birlikte demokratik ülkelerin hukuk literatüründe insan hakları bağlamında çeşitlenmiş ve önyargı kaynağı tutumlar göz önüne alınmaya başlanmıştır. Bu bağlamda toplumsal cinsiyet, etnik, kültürel, mezhepsel ayrıma dayalı kimlik çatışmalarının karşılığı olarak töre cinayetlerinden homofobiye, engellilerden, mezheplere kadar uzanan geniş bir çerçevede ötekileştirme ve ayrımcılığa dayalı pek çok konu, nefret suçu adı altında yer alarak hukuk ve suç literatürüne girmiştir. İnsan hakları sorunlarının zaman içerisinde nitelik ve kapsam değişikliğine uğraması sonucu yeni insan hakları ihlal alanları da tanımlanmış, böylelikle nefret suçu gibi yeni suç kategorilerinin hukuk normları içerisinde ele alınması gündeme gelmiştir. Nefret suçlarının kişi güvenliğine karşı oluşturduğu tehdit unsurunun yanı sıra radikalleşmeye kadar varan kitlesel çatışma ve şiddete yol açma potansiyeli göz önüne alındığında nefret suçlarıyla mücadele meselesi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) katılımcısı devletler başta olmak üzere pek çok demokratik ülke açısından önemli bir sorun olarak görülmektedir. Özellikle günümüzde yaşanan kitlesel ve bölgesel geniş göç hareketleriyle birlikte başta Avrupa ve kuzey Amerika ülkeleri olmak üzere pek çok ekonomik yönden gelişmiş demokratik ülke, giderek daha fazla sayıda farklı kimlikleri barındırmaya devam etmektedir. Bu çerçevede göç olgusu ulusal ve uluslararası güvenlik kadar kent güvenliğine de etki eden bir unsur olmaktadır. Diğer taraftan göçten bağımsız olarak da ülkeler içinde çeşitlenen kültür olgusu çok kimlikliği de beraberinde getirmektedir. Göçmen kimlikleri ise, ev sahibi ülkelerdeki çeşitlenen kimlik unsurlarıyla her daim olumlu ve olumsuz sonuçlanabilecek etkileşimler içinde olmaktadır. Günümüzde gelişmiş ülkelerin nüfuslarının önemli bir kısmını kent nüfusu oluşturmakta ve kent güvenliği ulusal güvenlik gündeminde önemli bir yer tutmaktadır. Ulusal güvenlik paradigmalarının yanı sıra kent güvenliği demokratik kültürün de vazgeçilmez bir parçasını oluşturmaktadır. Zira kentin güvenliğinin sağlanıp sağlanmadığı kadar güvenliğin nasıl sağlandığı meselesi demokrasi açısından önem taşımaktadır. Güvenli kent kavramını en temel haliyle içinde yaşayan insanları şiddet ve düzensizlikten korumayı vadeden, bireyler arasında fırsat eşitliği ve karşılıklı güvenin tesis edildiği ve güvenliğin toplumsal, ekonomik ve siyasi yönden ilerleyen bir gelişme içinde bulunduğu kent olarak açıklamak mümkündür. Aynı zamanda kent güvenliğinin önemli göstergeleri arasında şiddet ve suç oranlarının düşüklüğü, suç önlemede kurumsal kapasitenin yüksekliği, sosyal katılım ve karşılıklı güvenin oluşu, toplumsal meşruiyet zeminine sahip kent ve devlet yönetimi, ekonomik ve sosyal fırsatla erişimde eşitlik ilkesinin varlığı sayılabilir. Bu anlamda gerek kamu düzeni-asayiş- (safety) gerekse güvenlik (security) açısından kentin sahip olduğu niteliklerin tesisi ve devam ettirilmesi için var olan suçlar kadar, potansiyel suç unsurlarının da belirlenerek bir plan altında yönetilmesi esas teşkil etmektedir. Nefret suçlarıyla mücadele ise kent güvenliği ekseninde bu noktada önem taşımaktadır. Zira nefret suçları kriminolojik açıdan bir suç unsuru teşkil etmekle birlikte, şahsa ve mala karşı işlenen pek çok farklı suçu, geniş sivil itaatsizlik ve yasadışı toplumsal eylemleri ve en önemlisi devletin meşruiyet kaybına yol açabilecek potansiyel tehditleri de barındırdığı için önleme ve mücadele açısından ayrıca ele alınması gerektiği değerlendirilmektedir.   (Yrd. Doç. Dr. Seda ÖZ  YILDIZ)

Sağlıcakla kalın…