Türkiye’de dil tartışmalarının uzun bir geçmişi olduğunu ve türetilen birçok sözcüğün ne denli tartışmalara yol açtığını biliyoruz. 
Tartışmalara karşın bu sözcükler tutunmuş, dilimizin ve konuşmamızın ayrılmaz birer parçası olmuşlardır. Buna rağmen Türkiye’de iki kesim mevzilerinden geri adım atmamakta, bulundukları noktada ayak diremeye devam etmektedirler. Bu kesimlerin biri sadece yeni kelimeleri, diğeri sadece eski kelimeleri kullanma yanlısıdır. Ne yazık ki bu durumun Türkçeye yararı değil, zararı dokunmaktadır. 
Türkiye’de 1932 yılından itibaren türetilen binlerce söz ve terimin Türkçemizi baylaştırdığını (zenginleştirdiğini) kabul etmemiz gerekir. Bu sözler ve terimler olmasaydı, şu anda dil bilimi, matematik, fizik, kimya, tıp, gök bilimi, yer bilimi, toplum bilimi, ruh bilimi ve geri kalan bütün bilim, sanat ve meslek dallarında yaya kalacaktık ve yabancı dillerin istilasından kurtulamayacaktık. Bugün tüm bilim, sanat, zanaat dallarında Türkçe terimlerle bilim, sanat, zanaat yapıyorsak, bunu TDK’nin 1932’den beri sürdürdüğü çalışmalara borçluyuz ve onun bu hakkını teslim etmeliyiz. Dürüst bilim insanlığı bunu gerektirir.
Her etkinin tepki doğurması eşyanın doğasındandır. Dil evrimine de yoğun tepkiler gösterilmiştir. İşlek olmayan eklerle söz türetildiği (söz gelişi -sal, -sel ekleri gibi), Türkçede -l ekinin olmadığı gibi eleştiriler yersizdir. Ek ektir. İşlek değilse işletirsiniz, yani işlek hale getirirsiniz. Türkçede -l ekinin olmadığını söylemek ise idelojik bir tutumdur, yani saptırmadır. Allah aşkına, Türkçedeki dal, dil, döl, dul, tül “düş, rüya”, öl “ıslak”, sal; çatal, güzel, kızıl, kumul “kum tepesi, mecazi yığın”, sakal, tepel “alnında beyazlık olan hayvan”, topal, tombul, tükel “tam, tamamen”, yeşil (< yaşıl) ve benzeri sözler hangi ekle yapılmıştır?
Eleştirilerin haklı yanları da vardır. Dilde bir kargaşa meydana gelmiş, atılmak istenen eski kelimelerin yerine konan yeni kelimeler kavramı tam ifade edememiş, bir tür yoksullaşma meydana gelmiştir. Halbuki yeni kelimelerle birlikte eski kelimeler de kullanılsaydı, dilde kargaşa, yoksullaşma değil, tam aksine baylaşma olacaktı.
Bu meyanda dil evrimini, dilin gelişimini karalamak, onunla alay etmek maksadıyla TDK’nin doğurtaç “baba”, doğurgaç “ana” (ana aten Türkçedir, yani doğurgaca lüzum yoktur), gökkonuksal avrat (hostes, avrat zaten Arapçadır, yani TDK avrat sözüyle kelime üretmez), sosyal otlangaç “lokanta” (lokanta İtalyancadır) vb. kelimeleri türettiği söylenmiş ve yazılmıştır. 
Bunlar TDK’nin türettiği kelimeler değildir. Tam tersine TDK’nin türettiği yeni kelimelerle alay etmek maksadıyla dil evrimi karşıtları tarafından üretilen sözcüklerdir. Maalesef toplumun önemli bir kısmı bu ve benzeri kelimeleri TDK’nin “uydurduğu” sözcükler sanmaktadır. Hatta 2007’de Ankarada 38. ICANAS kongresinde bir yardoç bu kelimeleri TDK’nin türettiğini sanarak eleştirel bir bildiri hazırlamıştı. Yani üniversiteli bilim kişisi bile bu sözlerin gerçek olduğuna inanmıştı. Sunumundan sonra söz alarak bu sözlerin TDK’nin türettiği sözler olmadığını söylediğimizde, başta kendisi olmak üzere bir çok kişi şaşırmıştı. Oturum başkanı bizi desteklemeseydi, saldırı oklarının hedefi olacaktık. Yakın zamanlarda çok samimi bir arkadaşımız Türkçeyle ilgili çıkardığı bitik (kitap)’te, TDK’nin uydurduğunu sanarak yukarıda zikrettiğimiz sözlere yer vermiştir. Bu durum aynı zamanda ister üniversite içi, ister üniversite dışı olsun, bilim erlerinin hali pürmelalini göstermesi bakımından anlamlıdır.
Yıllarca önce Coşkun Üçok hocanın şöyle bir sözünü işitmiştik: “Rejisör Türkçe oluyor da, yönetmen Türkçe olmuyor.” Doğru söze ne diyebiliriz?
Yalnız şunu vurgulamanın sırası gelmiştir: Türkiye’de milliyetçi, muhafazakâr, sağcı kitlenin ve bu kitlenin aydınlarının Türkçeye hiç bir katkısı yoktur. Bunlara göre hiç bir şey değişmemelidir. Gelenek değişmemeli, görenek değişmemeli, yasalar değişmemeli, kafalar değişmemeli, toplum değişmemeli, kısaca hiç bir şey değişmemelidir. Olduğunuz yerde kalmalısınız. Tuttuğunuz mevziyi, mevkiyi terk etmemelisiniz. Dolayısıyla dil de değişmemelidir. Olduğu gibi kalmalıdır. Yeni bir kavramı adlandırmak lazım gelirse onu da hazır almalıdır. Yeni kavram nerden gelir? Batıdan gelir. Adıyla birlikte gelir. Siz ad koyarsanız uydurmuş olursunuz. Çünkü dili bir iki dil bilimci yapmaz (Ama 1969’da Hacettepe üniversitesinde Aydın Köksal’ın türettiği bilgisayar benimsenir). Kim yapar? Halk yapar. Halk da sadece dolmuş ve gecekondu kelimelerini yapar. Başkalarını yapamaz. Çünkü artık bir yenilik, bir nesne, bir kavram gelmeden adı geliyor. Kendisi sonra geliyor. Dolayısıyla ad koymaya önce zaman, sonra lüzum kalmıyor. Dil yapmayı halka bıraktığınız için var olan adı alıyorsunuz, kabul ediyorsunuz. Böylece kolaycılığa kaçmış oluyorsunuz. Diliniz de yabancı kelimelerle doluyor. Sonra şikâyet ediyorsunuz. Ve saire ve ilahir… Tam bir şark klasiği…
Bugüne değin sağcıların yaptığı tek sözcük olarak belgegeçer (belgeç)’i gördük. Bütün dergi ve gazetelerin künyesinde yazılıdır. Yalnız şu ana değin hiç bir ulusçunun belgegeçer veya belgeç dediğini işitmedik, görmedik.
Aydın dili halk yapar der ama halkı da küçümser. Halkın dolmuşu, gecekonduyu yaptığı yıllarda ürettiği diğer kelimeleri kullanmaz. Mesela halk sinemaya kımıldak der. Ama aydın bunu kullanmaz. O, batıdan geleni aynen alır. Halka da aydının aldığını benimsemek düşer. Oysa kımıldak “hareket eden”, batıdaki sinemanın “hareket eden”in tam karşılığıdır.
Türkiye’de çok zengin olan halk dilinden iki kesimden hiç birinin yararlanmamasına ne denli üzülsek azdır. Türk acununun adeta dil okyanusu olan Türkiye ağızlarından yararlanmak Türk dilini son derece etkin, yetkin, bay yapacaktı. Bu fırsat kaçırılmıştır. Zararın neresinden dönersek kârdır. Bundan sonra halk dilinden aldığımız öz Türkçe sözleri yazı dilimize sokma çabasını göstermeliyiz.
Bizim dil konusunda görüşümüz şöyledir: Biz eski, yeni Türkçeye girmiş bütün sözleri kullanmak taraflısıyız. Başka deyişle sentezciyiz. Arılaştırmacılardan da, tutuculardan da farkımız budur. Yani biz sadece eski ve sadece yeni sözcükleri kullanma yanlısı değiliz. Her ikisini de yerli yerinde kullanmak, harmanlamak taraflısıyız.
Siz sorunu, olanağı, olasılığı ne kadar kullanmasanız da, o söz vardır ve siz onu görmemekle, kullanmamakla yalnız kendinizi kandırırsınız. Aynı şekilde meseleyi, imkânı, ihtimali görmeseniz de, kullanmasanız da o sözler vardır, var olacaktır. Çünkü dile girmiş olan hiç bir kelime atılamaz. Sadece sıklığı (frekansı) azaltılabilir, azalabilir. Hiç kullanılmasa dahi yazılı bir yapıtta, dilin pasif hazinesinde kalır. Eğer Türkçedeki bütün sözleri yerli yerinde işletirseniz (kullanırsanız), hem anlatım yeteneğiniz gelişir, hem tekdüzelikten kurtulursunuz, hem de Türkçeyi geliştirmiş, baylaştırmış olursunuz.
Yeni terimler türetmek gerektiğinde tabi ki önce Türkçe köklere başvurulacaktır. Söz gelimi biz ortaya yeni yasalar koyduğumuz ve iddialı olduğumuz Dillerin Şifresi - Dillerin Kökeni ve Türeyişi eserimizde Farsça zemin, Arapça basit, Yunanca beta, delta, gama, lamda terimlerinin haricinde onlarca terimi Türkçeden türettik.
Halk dilinden yararlanmak gerektiğini tekrar vurgulamak gereğini duyumsuyoruz.
Özetle biz muhafazakâr (tutucu) değil, değişmeci, ulusçu-evrimciyiz. Dikkat edilirse devrimci yazmadık. Devrim sarsıcı bir şeydir ve her şeyde devrim olmaz. Ancak biz sürekli evrimciyiz. Çünkü her şey yavaş da olsa olumluya yahut olumsuza doğru sürekli değişir. Heraklit’in dediği gibi aynı suda iki kez yıkanılmaz. Yalnız biz bilinçli olarak olumluya doğru değişme yanlısıyız. 
Yeri gelmişken halkın da kelime uydurduğunu belirtmek gerekir. Uydurduğunu söylüyoruz, çünkü halkın uydurduğu kelimeler dilin kurallarına göre yapılmamıştır. Örneğin gidişat, gelişat, erat, deyişat sözlerinin birinci öğeleri Türkçe, ikinci öğeleri olan -at öğesi Arapçadır. İğnedanlık, yağdanlık sözlerinin birinci öğeleri Türkçe, ikinci öğeleri Farsça, üçüncü öğeleri yine Türkçedir. Atmasyon, uydurmasyon sözlerinin birinci unsurları Türkçe, ikinci unsurları Fransızcadır. Şimdi de şöyle denecek: Halk uydurur. Ama bütün halk bir araya gelip de kelime uydurmuyor ki!. Bir kişi uyduruyor, ötekiler onu benimsiyor. Halk uydurduğuna göre dil bilimi konusunda yetkin olan kişilerin kelime türetmelerini niçin yadırgıyoruz? Halk uydurursa dil bilimci de sözcük türetmez mi? Sormak gerek: Cevdet Paşa buhran kelimesini türetti mi, uydurdu mu? Namık Kemal hürriyeti türetti mi, uydurdu mu? Ziya Gökalp mefkûreyi türetti mi, uydurdu mu? Tabi ki türetti diyeceksiniz. O halde?!.
Sonuç olarak bütün sözcükler bizimdir. Bütün sözcükleri kullanırsak daha zengin, daha gelişkin bir dil yapmış oluruz. Sadece bazı kelimeleri kullanırsak bilmeden, istemeden dilimizi yerinde saydırırız. Şunu unutmayalım. Bir harekete en çok zararı dokunanlar, o hareketin bizzat kendi mensuplarıdır. Bu tür kişiler samimidir, yalnız farkında olmadan söyledikleriyle, yazdıklarıyla mensup oldukları harekete pek çok zarar ziyan verirler.