Aşağıda okuyacağınız uzun bir yazıyı http://mb.dunyavegercekler.com sitesinde okudum ve yorumsuz yayınlıyorum…
{Benim adım Ebu Zehra. Arabistanlı Lawrence değilim. Onun kadar yürekli olamadım henüz. Londra’nın kasvetli otellerinde yatıp kalkmak, İngiltere’nin uçsuz bucaksız topraklarında bir çiftlikte yaşlanmak, evlenmek, çocuk yetiştirmek yerine Afrika’nın vahalarını aşarak Arabistan’a gelip buradaki kabileleri örgütleyerek koca bir devletin milyonlarca kilometrelik sınırlarını yeniden çizecek kadar büyük bir adam olamadım. Nefret ve öfke ile hatırladığımız; hatta şerefsizlikle suçladığımız Arabistanlı Lawrence kendi inancı çizgisinde hepimizden daha şerefliydi ne yazık ki. Hepimizden daha delikanlıydı. Hepimizden daha cesur…
“Suriye’ye bu sefer sınır kapısından giremeyiz,” dedi Taşkın abi.
“Neden,” dedim?
“Sınır kapısı kapalı… Yardım tırları bile girmekte zorluk çekiyor. Yayladağı sınırından, ormanlık ve dağlık alandan içeri gireceğiz,” dedi.
“Peki yakalanırsak?”
“Yakalanırsak Türkiyeli değiliz. Kimlik alma yanına, Hatay’da her şeyi bırakıp karşı tarafa geçeceğiz.”
Anlamakta zorluk çekiyordum. Biz kimdik. Neden sınırdan geçemiyorduk. Sınırdan geçmek istediğimizde görevlilerin hiçbir zorluk çıkarmadan bizi içeriye alacaklarını biliyordum. Taşkın abinin amacını anlamasam da çok soru sormadım. Tamam dedim sadece. Gece saat 03.00 sularında Yayladağı’nda varabileceğimiz en son köye araçla geldik. İnsan kaçakçısı 2 delikanlı karşıladı bizi. Birisi 100 metre önümüzde, biz arkasında nefes almadan yaklaşık 2 kilometre koştuk. Sınıra yakın bir yerde 100 metre önümüzdeki kaçakçıyı jandarma yakaladı. Biz hemen yolumuzu değiştirmek zorunda kaldık. Daha sonra sınırın öbür tarafındaki Türkmen dağının yamacında kurulan küçük çadır kente sağ salim vardık.
O gece bir Türkmen mücahidi ağırladı bizi. Sabaha kadar uzandığım divanda neden kaçak girdiğimizi düşündüm. Aklıma Arabistanlı Lawrence gelmişti. Arap kabilelerle işbirliği yaparak tren yollarımızı bombalaması, küçük birliklerimize akınlar düzenlemesi, vazgeçmeden vahaları aşarak İngiliz imparatorluğunun bekası için canını dişine takması bir Türk’ün tahayyülünde nefret edilesi bir durum olsa da bir insan tahayyülünde destansı bir tarihi girişimdi. Ve bu girişimin başarılı olması onu kimine göre tarihi bir kahraman, kimine göre ise hain olarak kitaplara yazdırmıştı. Önemli olan düşmanların kendileri açısından muvaffak olmasıydı ki bu da olmuştu. Milyonlarca kilometrelik Osmanlı sınırlarını değiştirmişti Lawrence. Evet, ondan hain ya da şerefsiz olarak bahsederken bir yemek sonrası kürdanı dişine takıp göbeğini kaşıyan bir Türk olmaktansa hiç var olmamayı tercih ederdim.
Benim adım Ebu Zehra. Bu defa Suriye’ye girerken ilk defa doğru bir şekilde gittiğimin farkına varan Ebu Zehra. Yolları çile ve sancı ile aştığın zaman, adım attığın toprakların sana merhameti çok daha başka. Allah’a yemin ederim ki uçak veya helikopterde oturduğum koltuktan elimdeki haritaya bakarak geçtiğim dağlar ve ovalar ile kaçak bir şekilde koşarak aştığım dağlar ve ovalar bir değil. Korku bir değil. Cesaret bir değil. Artık “Esselamu Aleykum” diyerek sıktığım bütün mücahitlerin yükü omuzlarımda. Bu yazıyı bu yükü paylaşmak için yazıyorum. Bu yazıyı okuduktan sonra bu yük artık sizin yükünüz olacak. Hazırsanız okumaya devam edin. Hazır değilseniz, burada okumayı kesip, dünyalık işlerinize devam edebilirsiniz.
Esselamu Aleykum ey Arabistanlı Lawrence’den nefret edip, onun kadar bile olamamış benim gibi bedbahtlar, Esselamu Aleykum…
Büyük Ortadoğu Projesi’ni daha önce 3 bölüm halinde yayınladığım zaman beni ayıplayan, yuhalayan kardeşlerim, bu cümlelerimin en kavî muhatapları sizlersiniz. Suriye’den geliyorum. Büyük Ortadoğu Projesi’nin planlandığı bölgenin tam kalbinden geliyorum. Uzaktan masa başında oturarak Suriye ile ilgili, Irak ile ilgili, Filistin ile ilgili yazıp çizmiyorum. Sizi temin ederim kurşun attım, sizi temin ederim sarp dağlarda durmadan sırtımda 15 kiloluk çanta ile koştum. Sizi temin ederim, üzerimden uçaklar ve helikopterler geçerken, ilk bombayı bıraktıkları an çıkan ince ses ile daha sonra patladığı an kopan kıyamet arasındaki ince sessizliğe şahit oldum. Büyük Orta Doğu projesinin en büyük kahramanlarını ve hainlerini tanıdım. Sizlere Mücahitlerin selamını, düşmanın pişmanlığını, mazlumların cesaretini, zalimlerin korkusunu anlatmak için geldim. Benim adım Ebu Zehra. Dinleyin dostlarım. Bir adam tek başına bütün dünyaya nasıl meydan okuyor, dinleyin. Bu destan Oğuz Kaan destanıdır.  Bu destan Alper Tunga destanıdır. Bu destan Selahaddin’i yetiştiren ve aynı zamanda amcası olan Ağrılı Kürt Bey’i Şirkuh’un destanıdır. Bu destan sadece dünyaya meydan okuyabilenlerin destanıdır. Kalpleri mühürlü olanların anlayamayacağı, karadan gemileri yürütenlere inanmayanların idrak edemeyeceği, 7 düvele 7 cepheyi Türkü ile Kürdü ile Arabı ile Afrikalısı ile dar edenlerden nefret edenlerin yine kuduz köpekler gibi dişlerini gıcırdatacağı bir destan bu. Bu destan Büyük Türkiye’nin destanı.
Suriye’nin Çanakkale’den hiçbir farkı yok. Kafkasya’da zalim Kadirov’un baskısında kalan Çeçen Mücahitler, Etiyopya, Sudan ve Somali’de Şebab’a yem ya da asker olmaktan kaçarak Suriye’de hayat bulan beyaz dişli parlak gözlü Habeşi kardeşlerimiz, Doğu Türkistan’da Çin ile mücadele etmek için savaşın kalbini tercih eden, dirilişin merkezine yüzlerce yiğit Uygurlu ile gelen soydaşlar, Güneydoğu’da PKK ve KCK baskılarına dayanamayıp yem olmamak için Suriye’de mücahitlerin saflarına katılan Selahaddin’in torunları yiğit Kürtler, Suriye’nin aslanları, Irak’ın aşiretleri, Filistin’in, Yemen’in gençleri ve bu aslanlara öncülük etmek için vazife alan Türkiye’den özel kuvvetler. İnsanların Suriye’de iç savaş olarak baktığı yerde adeta 3. Dünya savaşı yaşanıyor. Çeçen Mücahitler Esed’e destek olan Rusya ile Suriye’de de karşılaştıkları için mutlular. Uygurlu Türkler Esed’e destek olan Çin ile Suriye’de de karşılaştıkları için mutlular, Iraklı aşiretler Suriye’de kendilerine yıllarca zulmeden İran ve Hizbullah’ı Suriye’de buldukları için mutlular. Nusra karşısında Amerika ve İsrail’i bulduğu için mutlu. Müslüman Kürt mücahitler karşılarında kafir, komünist PKK ve YPG’lileri bulduğu için mutlu. Suriye tam bir intikam bölgesi.  Proxy savaşları satrancı mahşer meydanına çevirirken bütün gözler bu proxy’lerin yani bu satranç oyunun oyuncularını arıyor. Satrancın iki tarafında, birbirine karşı oynayan iki oyuncu kim, herkes bu soruyu soruyor.
Bir tarafta 20. Yüzyılın sonlarında kanlı tarihi ile yüzleşmekten korkup kanlı geleceğini üzerine Amerika’yı inşa eden İngiltere, Almanya ve Fransa’nın öncü olduğu Avrupa ile işbirliği yapan Çin, Rusya ve Ortadoğu’da zalimlerin vazgeçilmez müttefiki İran, diğer tarafta Kafkaslardan, Afrika’dan, Iraktan, Filistin’den, Pakistan’dan, Doğu Türkistan’dan Müslümanları Fetih Ordusu altında toplayarak eğitim, lojistik ve mühimmat desteği sağlayan Türkiye.  Bu savaş İngiltere baronlarının tam 1400 yıldır hayal ettikleri Büyük İsrail ile Yeni Türkiye savaşı. Bu savaş bütün kimliklerin gizsiz bir şekilde ortaya konup, bütün kartların açık oynandığı, bütün kâfirlerin ve münafıkların tek yerde cem ederek İslam Dünyası’nın son kalesini yıkmak için meydanda son kozlarını oynadıkları ve bunun karşısında “Kader’in üstünde bir kader vardır” tasavvuru ile yola çıkan yiğitlerin savaşı. Bu savaş Türkiye’nin Ankara’ya hapsedilme, sonrasında Ortadoğu haritasını yeniden çizerek Türkiye’nin Doğu’suna ve Güney’ine kastedenlerin tarihi bir mağlubiyet alacakları son savaş. Halep Savaşı, Erdoğan, İsrail, Büyük İsrail için kurulacak olan otonom devletler, Ermenistan, Kürdistan, İran, İngiltere, ABD, Avrupa, Çin, Rusya, Hizbullah, Lübnan, Yemen… Anahtar kelimeler silsilesi beynimi kemiriyor. Yerimde duramıyorum. Bir an önce yazıp gitmeli. Bir an önce anlatmalı her şeyi Türkiyeli dostlarıma ve bir an önce kardeşlerimin yanına uğurlanmalı…
Zindandan henüz kurtulduktan sonra ABD’ye ziyaret gerçekleştiren Recep Tayyip Erdoğan ABD ile bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre Türkiye bölgede Batı’nın da desteği ile güçlenecek, Ortadoğu haritası yeniden çizilecek, Türkiye tarihi geçmişini kullanarak Ortadoğu’da halkları ikna edici bir rol oynayacak, Ortadoğu yeniden şekillendirilirken Türkiye Batı’nın müttefiki olacaktı. Bu teklif daha önce sırası ile Menderes, Özal ve Erbakan’a da yapılmıştı. Hiç birinin kabul etmediği bu teklifi Erdoğan kabul etmişti. Peki neden? Canını daha çok sevdiği için mi yoksa onlardan daha cesur olduğu için mi? Bu sorunun cevabını bu yazının devamında bulacaksınız. Siz karar vereceksiniz.
Tam 50 yıl boyunca düşman kisvesi altında birbiri ile flört eden İran ve İsrail’in aşkı artık saklanamaz hale geldi. Bu aşktan doğan Irak, Lübnan, Yemen, Suriye gibi çocuklar bu ilişkinin ifşası için yeterli olmuştu. Ortada bir de Hizbullah ve IŞİD gibi gayrı meşru, kullanılmaya müsait gruplar vardı. Lübnan’da Suriye’nin baskısını ortadan kaldırmak için Hariri suikastini gerçekleştiren İran Hizbullahı, daha sonra hızını alamayıp Suriye muhaberatının başındaki adamları da tek tek öldürttü. Lübnan’daki ağırlığını kaybeden Suriye artık kendi içinde de İran baskısına dayanamayarak teslim oldu. ABD’nin Irak’a girişi sırasında kılını kıpırdatmayan ve bunun yanında ABD’ye karşı duran Şia asıllı Mukteda El Sadr’ı tehdit ederek sindirme girişiminde bulunan İran, Amerika’nın Irak’ı teslim almasını ve kendi kontrolüne bırakmasını keyifle izledi. Bu keyfiyet belli olmasın diye ara ara küçük Hizbullah-İsrail savaşları çıktı. Ara sıra Hamas’a silah yardımında bulundu. Ama ne silah! Bu silahlar yüzünden Hamas kaç komutanını kaybetti. Silahlara yerleştirilen çipler yüzünden kaç Filistinli komutan şehid oldu. Bunun farkına daha yeni varan Hamas’ın İran nedameti artık para etmese de sonunda bir şeyleri anlamış olmalarını umut ediyorum.
İran’ın kendisine verilen rolü mükemmel bir şekilde oynaması, Türkiye’ninse kendisine biçilen rolün aksine Büyük Türkiye olma yolunda doğru ancak Batı’nın taşeronu olma yolunda ters istikamette adım atması artık İngiltere’nin canını sıkmaya başladı. Savaş belki “One minute” çıkışı ile başladı gibi görünse de, asıl sebep yıllar sonra Erdoğan’ın ve Mursi’nin el ele sıkışarak İslam Dünyası’nı tek çatı altında toplama mesajı vermeleriydi. Mısır’ı kaybettiklerini işte o gün anlamışlardı. Önce zayıf balıkları yemek icap ederdi. Öyle de yaptılar. Erdoğan’ın Mısır’a gittiği zaman yapılan bir mitingte İhvan’a laikliği ve demokrasiyi tavsiye etme sebebini ihvan ancak darbe yapıldıktan sonra anladı. Erdoğan darbeyi o gün görmüştü ve İhvan’a bunun mesajlarını vermeye çalışıyordu. Ve maalesef Batılı devletler Mısır’ı yediler. Ne ihvan kaldı ortada ne de Mursi. Savaşta devlet olarak ilk ve tek müttefikimizi böylece kaybetmiş olduk.
Erdoğan anlamıştı. Bu savaşı tek başına verecekti. Korkmuyordu. Dünya Müslümanlarının uykusu derin olsa da bir gün hepsinin uyanacağını ve kendisine devlet olarak olmasa da halklar olarak koşacaklarına inanıyordu. Bu inançla Erdoğan yola devam etme kararı aldı. Mursi darbesi aslında Erdoğan’a tehdit olarak yapılmıştı. Hürriyet Gazetesi kendi iradesi ile Mursi’nin idam haberini yaparken Erdoğan’ın resmini kullanarak yüzde 52 ile geldi ama idam kararı çıktı şeklinde manşet atamazdı. Hürriyet’in yönetim kurulunda Rothshild’in,  Murdoch’un sahibi olduğu basın yayın kuruluşlarının yöneticileri vardı. Yani Mursi’ye yapılan darbe sadece ama sadece Erdoğan’a yapılan son uyarı atışıydı. Bu aynı zamanda birkaç rauntluk kavganın da başlangıç atışı olacaktı.
Erdoğan’ın Mursi’ye yapılan darbeden sonraki hal ve hareketleri Batı için çok önemliydi. Erdoğan Büyük Türkiye sevdasından vaz geçecek miydi? Batı Türkiye’ye her türlü maddi imkânı sağlamaya hazırdı. İstanbul’u Londra yapabilirlerdi. Birkaç yatırım ile Türkiye’nin en umutsuz şehrini bile Hong Kong’a çevirebilirlerdi. Ama tek şartları Türkiye’nin onların kontrolünde kalmasıydı. Ancak Erdoğan beklenen mesajları vermedi. Aksine Mursi’ye darbe yapanları ve yaptıranları lanetledi. Avrupa’nın kalbinde Avrupa’yı yuhaladı. Batı artık Erdoğan’ın kendi lügatlerince iflah olmayacağını anlamıştı. Bu bağlamda 3-4 yıldır beklettikleri Suriye savaşının kaderi de çizilmiş olacaktı. Suriye üçe bölünecek ve kurulacak olan otonom devletler İran’a bağlanacaktı. Tıpkı Irak’ı İran’a teslim ettikleri gibi Suriye’yi de teslim edeceklerdi. Ancak Sünni, Şii ve Kürt devletleri kurularak halkların gazı alınacaktı. Bu devletler her halükarda İran’ın kontrolünde olmaya devam edecekti. Çünkü İran Batı’ya verdiği bütün sözleri tutmuştu. Irak’ta ihanet etmemişti. Lübnan’da ihanet etmemişti. Yemen’de ve Suriye’de ihanet etmemişti. Ortadoğu’yu tamamen kontrolüne alma imkânı varken İran Batı’nın sürtüğü olmaya devam etmişti. Hedefte Irak, Suriye tamamen İran’a bağlandıktan sonra Türkiye’nin doğusu ve güneyini de kapsayan bütün otonom devletleri İsrail’e bağlayarak Büyük İsrail projesinin ilk adımını atmak vardı. Ancak zilletin sınırlarını çizmelerine Türkiye müsaade etmeyecekti. Batı yıllardır kendisine biat eder umudu ile ses çıkarmadığı Türkiye’yi son 5 yıldır bulduğu her fırsatta tokatlamaya çalışıyordu. Bu yıpratma girişimleri başarısız olunca çaresiz bir korkuya kapılan Batı Türkiye’yi Suriye üzerinden yenmek ve Ankara’ya hapsetmek için elinden geleni yapıyordu. Halep savaşından önce Fetih Ordusu kurulmadan Türkiye’ye gelen Mücahitlerin komutanları İstanbul’da el sıkıştılar. Türkiye eğitim ve mühimmat yardımı yapacak, Mücahit gruplar zillete karşı izzetin şanlı destanını Allah rızası için Suriye topraklarına düşmanın kanı ile yazacaklardı.
Türkiye Halep’teki savaşı kabullenmişti. Fetih ordusunu yenemeyeceklerini anlayan Batılılar farklı yöntemlere başvurmak zorunda kalmıştı. Bahreyn ve Katar’dan kalkarak IŞİD’i vurma bahanesi ile mücahitleri vuran uçakların İncirlik üssünden kalktığı haberini yaydılar önce. Türkiye’nin Türkmen Dağı’ndaki Türklere yardım etmediği haberini yaydılar. Türkiye ne zaman mücahitlere ve Türkmen Dağı’na yardım gönderse engel olarak bunlar IŞİD’e gidiyor haberleri yaptılar. Yardım gitmediği zaman ise Türkiye ne mücahitlere ne de Türkmenlere sahip çıkmıyor yaygarası kopardılar. Tabiri caizse her türlü “orospuluğa” başvurmaktan çekinmediler. Buna rağmen Türkmen Dağı da, Mücahitler de Türkiye’nin yardımları ile ayakta kalmayı başardı. Bütün bu olumsuzlukların Türkiye’yi yıkmaması üzerine yıllardır Çin’de devam eden komünizm ve zulümlerin suçlusu olarak yine Türkiye yem edilmek istendi. Sadece Uygurlu Türklere değil, 1950’den beri Çin’de bulunan bütün dini etnik gruplara uygulanan politikanın faturasını Türkiye’ye ödetmek isteyen zihniyet üst akıl tarafından gazlanıyor. Çekik gözlülere ait bütün video ve fotoğraflar medyaya servis ediliyor. Sebebi Uygur hassasiyeti değil. Sebebi Türkiye’yi olabildiğince hedef gösterme çabaları. PKK ve YPG tutup Filistin’de İsrail’in şehit ettiği çocukları Türkiye Cumhuriyeti ordusu Kürt Çocuklarını katletti diyerek medyaya servis edebiliyor. Türkiye’de her sakallının IŞİD’çi lanse edilmesi yanı sıra canlı yayında bir zamanlar bizim bile takdir ettiğimiz gazeteci Cüneyt Özdemir oğlu katledilen Yasin Börü’nün annesine, acısına bile saygı duymadan, utanmadan, ahlaksızca, kahpeliğin dibine vurarak “Oğlunuz Işidçi miydi?” sorusunu sorabiliyor.
Yani dostlarım, Müslümanlara yapılan bütün zulümler meşru gibi gösterilmeye çalışılırken, Müslümanların meşru müdafaaları ise terör olarak lanse ediliyor. Ve bu proje tek akıl tarafından yürütülüyor. Müslümanlar olarak özgüvenimiz hedef alınıyor. 3 tane PKK’lı caddede yürürken müthiş bir özgüvenle PKK’lı olduklarını haykırmaktan çekinmezken, yolda birbirinden habersiz yan yana yürüyen 30 tane adam ben Müslümanım diyemiyor ya da dinine saldıran, sokak ortasında fuhuş yapan, devletine söven 3 tane zibidiye ses çıkaramıyor. Çünkü 1 adam yanındaki diğer 29 adamın zihniyetini bilmiyor. Çünkü korkuyorlar. Çünkü birlik yok, vahdet yok. Ve düşmanın en büyük korkusu Recep Tayyip Erdoğan’ın son 15 yıldır Türkiye’de vahdete giden bütün yolları tekrar açma çabası.
Tekrar Ortadoğu’ya dönelim. Tarihte Yahudileri Kenan bölgesinden kovan ilk imparatorluk kimdir biliyor musunuz? Ya da soruya farklı bir boyut kazandıralım. Yahudiler Kenan bölgesinden kovulduktan sonra kim tarafından tekrar oraya getirildi?
Tarihte Yahudileri yerlerinden eden ilk kavim Asurlulardır. Asurlular bölgedeki Yahudileri Babil’e sürmüşler ve bölgeye gelmelerini kendilerine yasak etmişlerdi. Daha sonra Babillilerin Asurluları mağlup etmesi sonrasında bile Yahudilerin memleketlerine dönmelerine izin verilmedi ve Yahudiler Babil’de esir olarak kalmaya devam ettiler. Bu süreç yüzyıllarca devam etti. Yahudiler Asurlular ve Babillilerin köleleri olarak kaldılar. Ancak milattan önce 539’lü yıllarda Perslerin Babili ele geçirmesi ile beraber Yahudileri tekrar yurtlarına göç etmeleri için davet etmesi tarihi kaynaklarda herkesçe kabul edilen bir gerçektir.
Evet tarihte Yahudilerin bozguncu bir kabile olduğunu tespit edip onları tutsak olarak alan Asurlular ve Babillilerden sonra bu tutsaklığa son veren imparatorluk Pers imparatorluğuydu. Pers imparatorluğu daha sonra Büyük İskender’in akınları ile yıkılsa da kendisinden sonra yüzyıllarca bölgeye hakim olacak Sasani İmparatorluğunun tohumlarını atmayı da ihmal etmemişti.
Tarih dersi vermiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir noktaya geleceğim. Bunun için yazıyorum bunları.
Sasani İmparatorluğu yaklaşık 500 yıl ayakta kaldıktan sonra Arap yarımadasında filizlenen İslam karşısında direnmek istese de Hz. Ömer’in emri ile Halid Bin Velid komutasındaki orduya karşı koyamadı ve Sasaniler tamamen yok edildi. Sasanilerin fitne alevi o kadar büyüktü ki Hz. Ömer Sasanilerin kaçarak Asya’ya (Afganistan, Pakistan, Hindistan) yerleşen beylerine suikastler düzenleterek hepsini ortadan kaldırıyordu. İran’ın ve İranlıların Hz. Ömer nefreti işte buradan kaynaklanıyor. Öyleki Sasaniler’den kurtulanlar İran’da kendi düzenlerini tekrar kurmak için yemin ederek Samaniler diye bir grup kuruyor ve daha sonra bu grup Sasani öğretilerini muhafaza ederek günümüz İran’ın temellerini atıyorlar. İşte o Samaniler bugün Hz. Ömer’e küfredip, dokuz sünni öldürürsen cennete gidersin diyerek şebbihayı, hizbullahı, alevisini, nusayrisini kandıran zihniyet. Bu zihniyetin karşısında tarihte durabilen tek düşünce İslam düşüncesi olduğu için münafıklık yapmak ve Müslüman kisvesi altında her türlü pisliği saklamak zorundalar. Ancak şişirdikleri bu balon artık patlamak üzere. İslam dünyası tarihte Yahudilere Filistin’i teslim eden Persleri de, şimdi Yahudilere Filistin’i tapulayan İran’ı da artık tanıyor. İran’ın İsrail’i veya İsrail’in İran’ı tehdit etmesi kimseyi aldatmıyor. Batı İran’ın iplerini saldı. İran’a yapılan bütün yaptırımlar tek tek kaldırılıyor. Sebebi artık İran’ın deşifre olmuş olması. Yani Ortadoğu’da besledikleri İran’ın Batı ajanı olduğu artık ortaya çıktı. Batı artık İran’ı gizli değil aleni bir şekilde kullanacak. Bunun için de müttefik gibi görünen ancak kendilerine sıkıntıdan başka bir şey vermeyen Türkiye’nin saf dışı bırakılması lazım. İşte şu anda Türkiye Suriye’de bunun mücadelesini veriyor. Teslim olmamanın, Ankara’ya hapsolmamanın mücadelesi.
Recep Tayyip Erdoğan 15 yıldır verdiği iki yönlü mücadelede zaman kazandı. Silahını, tankını, uçağını üretebilmek için elzem olan potansiyele erişebilmenin gerektirdiği zamanı kazanmak için mücadele etti. Batı’nın eskisi gibi Türkiye’yi tek tokatta ya da tek manşette yıkamama sebebi artık onlara birçok hususta muhtaç olmayışımız. Silahımızı mı kesecekler? Kessinler. Tank mı satmayacaklar? Satmasınlar. Uçak mı vermeyecekler? Vermesinler. İşin acı yanı da bu aslında. Şu anda paraya ihtiyacı olan Batı bize karşı olsa da istediğimiz zaman, istediğimiz uçağı bize vermek zorunda. İçine kontrol edebilme amaçlı konan bütün çipler ve yazılımlar Türk mühendisler tarafından değiştiriliyor ve satın aldığımız uçakları istediğimiz gibi maniple edebiliyoruz. Zaten Türkiye’ye bunun için çok kızıyorlar. Dizlerinde büyüttükleri Musa onlara karşı koyuyor. Tarih tekerrür ediyor. “Kaderin üstünde bir kader vardır” planı tecelli ediyor. Artık Erdoğan’dan hiç olmadığı kadar çok korkuyorlar. Ve Erdoğan onlara karşı hiç olmadığı kadar acımasız davranıyor.
Kazandıkları zaferlerin hepsi birer tuzak aslında. YPG’nin kantonları birleştirmesi de, HDP’nin meclise girmesi de, PKK’ya göz yumulması da kopacak olan bir kıyametin habercisi. Teferruata giremiyorum, hepiniz şahitlik edeceksiniz zaten. Şer odaklarının Türkiye’de bize karşı kurdukları tuzakları başlarına geçirmekle kalmayacağız, aynı zamanda Ortadoğu’da bizden bağımsız sınır çizmek isteyenlerin de canlarına okuyacağız.
Kardeşlerim, dostlarım. Devlet 50 yıllık plan yapar, 100 yıllık plan yapar ancak bu planların ilk yılları sancılı geçer, ittifaklar, haberler, medya, fasıklar, kafirler, zalimler kafanızı karıştırabilir. Tek amaçları devletin sırlarını ifşa etmesi ve halkını ikna etmek için ağzından kaçıracağı en ufak bilgiye göre mevzilenmektir. Ancak bu devlet eski devlet değil, halkından tek beklediği sabır ve metanettir. Birileri kafasına göre sınır çizer, diğeri devlet kurar, bir başkası bizi terör listesine almaya çalışır, bunlar hep bizim ifşa etmemizi istedikleri planların onlar için ne kadar korkunç olacağının alameti. Evet bir kıyamet olacaksa bu kıyametin bu sefer mefulü değil, faili olacağımızı hepsi biliyorlar. Devletimizin beklentisi halkın vahdeti, cesareti, ezikliği üzerinden atması, tek başına karar alabilme yetisine sahip olması, özellikle gençlerimizin en azından bir Lawrence kadar cesur olması. Bakın artık Anadolu Erenleri demiyorum. Çünkü Anadolu Erenleri bizim değerlerimizin beşiğini temsil ediyordu. Bizim milletimiz ne hikmetse kendi değeri ve kendi medeniyetinden olanı modernizmin derüzgarı ile benimsemekte zorluk çekiyor. İşte ben de o yüzden modern örnek mi istiyorsunuz, buyrun size Lawrence diyorum.
Yazının başlangıcında da belirtmiştim. Benim adım Ebu Zehra. Arabistanlı Lawrence değilim. Onun kadar yürekli olamadım henüz. Londra’nın kasvetli otellerinde yatıp kalkmak, İngiltere’nin uçsuz bucaksız topraklarında bir çiftlikte yaşlanmak, evlenmek, çocuk yetiştirmek yerine Afrika’nın vahalarını aşarak Arabistan’a gelip buradaki kabileleri örgütleyerek koca bir devletin milyonlarca kilometrelik sınırlarını yeniden çizecek kadar büyük bir adam olamadım. Nefret ve öfke ile hatırladığımız; hatta şerefsizlikle suçladığımız Arabistanlı Lawrence kendi inancı çizgisinde hepimizden daha şerefliydi ne yazık ki. Hepimizden daha delikanlıydı. Hepimizden daha cesur…
Bizler Ak parti’nin seçim zaferleri ile sarhoş olup, cihadı, tarihi, kimliğimizi, mücadele ruhunu, özetle modernizmin yok etmeye çalıştığı bütün değerleri unutmaya yüz tuttuk ey Türkiyeli kardeşlerim. Ak parti bize bunları unutmamızı öğütlemedi. Ak parti ya da Erdoğan küresel mücadeleyi 150 yıldır ortaya konan oyunun kurallarına göre oynadı. Ancak millet olarak biz bu oyunun kurallarını bizimmiş gibi benimsedik. Yeni kurallar, yeni oyunlar üretmekten aciz kaldık. Devletin çabasını yeterli bulduk. Devleti mücadelede yalnız bıraktık. Bu ülkede 80 ilden 80 tane “Lawrence” çıkmadı işte. Çıksaydı bugün 80 ülkenin sınırlarını değiştirmiş olurduk. Hala Ortadoğu bataklığında sadece devletten medet umuyoruz.
Allah’a hamdu senalar olsun. Suriye’de nice yiğit Türk ve Kürt gördüm. Hepsi Türkiye’den gitmişler. Dava şuuru ve imanlarına hayran kaldım. Cesaretleri beni benden etti. Bu yüzden siz kardeşlerime bazen haksızlık ediyor olabilirim. Bu yüzden beni bağışlayın ancak bu sınırlar çizilinceye kadar ve biz büyük Türkiye’yi kurana kadar başta kendimi sonra sizleri suçlamaktan imtina etmeyeceğim. Bunun hesabını da siz bana sorarsınız belki ama unutmayın Allah’ın hesabı daha ağır olacak.
Kardeşlerim Halep’ten geliyorum. Bir doktorun bağdat caddesindeki dairesini ve ofisini bırakarak Suriye’de şebbiha avcılığına başladığına gözlerimle şahid oldum. Bu adamı Suriye’ye getiren neydi sizce? Ona kızdım. Senin hastanede olman lazım. Daha fazla Mücahitlere yardımın dokunur. Burada tek başına avcılık yapıyorsun. Halbuki gruplardan birine dahil olarak hem düşman avına çıkabilir hem de Mücahitlere zor durumlarında yardımcı olabilirsin dedim. Ama onun da bambaşka bir hikâyesi vardı. Kendi düzenimize göre başkasını yargılamak bize yakışmazdı. Helalleştik. Selamını yazacağım Türkiyeli kardeşlerimize dedim. Memnun olurum dedi. Sarıldım kardeşime. Cennet böyle mi kokar bilmiyorum. Ama inşallah sarıldığım zaman iliklerime kadar hissettiğim o kokuyu Allah tekrar tecrübe etmeyi nasip eder.
Ey Ümmeti Muhammed. Alt başlıkları artık bir kenara atın. Lanet olsun kavmiyetçilik sevdamıza. Vahlar olsun bize. Eyvahlar olsun ki bizi bize düşman eden Batı’nın ekmeğine yeter artık bunca yağ sürdüğümüze. Devletiniz Suriye’de 10’dan fazla Mücahit grupları bir araya getirdi ve orada Dünya’ya karşı tek başına savaşıyor. Bunu Türkiye’de verdiği savaşa rağmen yapıyor. Her tarafımız kuşatma altında. Buna rağmen Suriye’yi onlara dar ettik ve edeceğiz de. Sizden devletinizin beklentisi her birinizin tek başına birer güdümlü füze olması, kendine güvenmesi, birlik olmasıdır.
Şu anda Suriye’ye neden sınır kapısından geçmediğimi daha iyi anlıyorum. Dağlar aşılmak içindir. Toprak ayak basarsa, kan düşerse topraktır. Doktor da olsanız, mühendis de olsanız, bakkal da olsanız, öğrenci de olsanız, hepsinden önce ASKER olduğunuzu asla unutmayacaksınız. İşinizi bir asker gibi yapacaksınız. Doktor hastasına baktığı zaman hasta kendini emniyette hissedecek, mühendis bakışları ile yolları köprüleri tahayyül edecek, bakkal gıda sektöründe helal gıda ile ilgili gelecek vizyonunu ortaya koyacak ve durmayacak, destek isteyecek, girişimde bulunacak.
Ey aylık 15-20 milyar maaş alan yazarlarımız. Sizi es geçemeyeceğim, kusura bakmayın. Hanginiz Charlie Hebdo saldırısında gidip Fransa’da 2-3 hafta kalarak gelişmeleri Ümmetin lehine takip etti? Hanginiz orada Ümmetin işine yarayacak bir ipucunun peşine düştü? Amerika’da siyahi kardeşlerimiz polis tarafından öldürülürken,  Amerikan polisi bir siyah adamın boğazını sıkarken “I can not breathe” diyerek nefes alamadığını ve polisin kendisini bırakmasını rica etmesine rağmen polisin boğazını sıkmaya devam ederek kendisini öldürmesi olayı sonrasında hanginizi, söyleyin hanginiz Amerika’ya giderek burada eylemleri takip etti, Türkiye veya Ümmet adına bir haber çıkarmaya çalıştı? Ukrayna karışırken hanginiz Ukrayna’ya gitti. Küflü bir otel odasında kalarak savaşın ortasından Ümmetin çıkarları için hanginiz haber yapmayı göze aldı?
Ne oldu ey sahtekâr yazarlar? Devlet size aldığınız 20 milyar parayı akşam izlediğiniz haberlerden köşe yazısı çıkarın diye mi veriyor? Bu milletin parası görevinizi yapmazsanız kursağınızda kalır. Satın aldığınız dairelerin altında kalırsınız. Ben “Bisimit” olarak bu uyarıyı yapıyorum size. Akıllı olun. Milletin vebali var aldığınız maaşlarda. Hakkını verin. Türkiye’de, İstanbul’da durmayın. Her hafta bir ülkeden yazmak sizin sorumluluğunuzdur. Boğaz’da yalı yapın diye almıyorsunuz o paraları ey satılık kalemler.
Sarhoş gibiyim dostlar. Herkese vurasım var. Herkesi tokatlayasım var. Neden mi? Aklıma iftarını yaparsın diye cebime para koymaya çalışan Çeçen komutan Emir Abdulhakim geliyor. Çıldıracak gibi oluyorum. O kadar zor şartlar altında hala benim akşam yapacağım iftarı düşünen birinin varlığını sindiremiyorum. Ya da kendi varlığımı, ya da gerçekten bir Ümmetin var olduğunu. Var mısınız ey Ümmet? Yaşıyor musunuz?
Hayır, hayır. İslam’ı ayakta tutan siz değilsiniz. İslam’ı ayakta tutan işte o mücahitler. Bizler sistemin içinde fark edilinceye dek kullanılan sahte paralarız. Bir gün fark edileceğiz ve yok olacağız.
Ey Ümmetin izzeti için yemin etmiş ruhlar. Ey Türkiye halkları. Bunu söylemek istemiyorum ama Suriye’de gördüğüm o ki Recep Tayyip Erdoğan dünyaya karşı savaş verirken yanına mücahitleri alıyor. Türkiye’ye hala güvenmiyor. Çünkü bağımsız karar alma mekanizmamız yok. Çünkü korkağız. Çünkü beş para etmez adamlarız. Çünkü Emir Abdülhakim gibi değiliz. Çünkü Uygurlu mücahitler gibi değiliz. Çünkü Doktor Kanas değiliz.
Nusra mücahidi ile İdlib yolundayken anlattı bana. Abi İdlib’i zorluyoruz ama bir türlü giremiyoruz. Nerdeyse 5,000 mücahit, hep beraber kuşatma başlattık. Ne yapsak olmuyor. İlerleyemiyoruz. Ümitlerimiz nerdeyse kırılacaktı. Eğer biraz daha olduğumuz yerde kalsak hava saldırılarına hedef olup telef olacağız. Bir baktık ki bir yerde dalgalanma var. Mücahitler bağırmaya başladılar. Ne oldu diye sordum. 100 kişilik bir Çeçen grubu vardı abi dedi. O grup Emir Abdulhakimin grubu. Savaşlara hep geç gelirler. Ama geldikleri zaman hazırlıklı gelirler. Her birinde mutlaka en az 500 kurşun, 5 el bombası, belinde 2 beylik silahı olmak zorunda. Daha neler saysam. Ama biz yapamıyoruz ağırlık yapıyor. Velhasıl bunlar bi-geldiler, çatışma sırasında ayağa kalkıp ateş ediyorlar, biz hala 4-5 bin mücahit kafamızı kaldırmaya korkuyoruz. Abi bunlar bir atıldı ileri 100 kişi, bize hiç aldırış etmediler. Siz gelmeseniz de gelmeyin der gibi, bağımsız bir şekilde huruç eylemi başlattılar. Abi o an işte bizimkilerde Çeçenler geldi bağırışları duyuldu. Bizim komutanların emrini bile beklemeden 5 bin mücahit 100 Çeçenin peşinden İdlib’e koşar adım saldırdık. Sonra İdlib’in fethi nasip oldu.
İşte dostlar İdlib zaferini getiren ruhu iyi inceleyin. Türkiye’den gelen misafirler akşam iftarda mutlaka bir şey yerler. Ceplerinde zaten paraları da var. Bizden daha kaliteli yiyecekler bulacaklarından eminim demiyor o Çeçen komutan. Tutup akşama iftar açarsınız diye harçlık vermeye kalkıyor. Harçlığı kabul etmediğim zaman da en azında bu makarnayı alın diyerek arabamıza bir paket erişte makarnası bırakıyor.
Şimdi söyleyin bana, ağlayayım mı yoksa çıldırayım mı?
Artık perdelerimi kapatıyorum. Loş ışığımla baş başa kalmak istiyorum. Birkaç gün daha İstanbul’da kızımla vakit geçirip Halep’e tekrar yola çıkmak için can atıyor olacağım.
Biliyorum ki ölmeyecek olan tek şey Ölümün ta kendisidir.
Dirilin ey Ümmet, dirilin ey Ümmet, dirilin ey ÜMMET !}  (bisimit)
Sağlıcakla kalın…