Dünkü makalemde siyasetin dili kavram ve kurumlardan bahsetmiştim…

Bugün de siyasetin olmazsa olmazı olan egemenlik ve meşruluktan söz edeceğiz…

Egemenlik özünde yasa yapma, kural koyma ve etkin biçimde hüküm sürme becerisidir. Egemenlik, egemenin ülke içinde kendi iktidarına rakip olabilecek bir iktidar, ülke dışında da üstün bir kuvvet tanınmadığına ilişkin hukuki bir formüldür...

Egemen iktidar, hiyerarşideki en üstün iktidardır. Modern demokratik devletlerdeki hukuki anlamda egemenlik, yukarıdan aşağıya işletilen tek yönlü bir süreç değil döngüsel bir sürece dönüşmüştür. Modern demokrasilerde hiçbir kurum ya da kişi egemenliği yalnız başına kullanmaz karar almada yasama, yürütme, yargı organları, sivil toplum örgütleri vb. sürece müdahil olur...

Egemenliğin Tarihsel Çerçevesi

Egemenliğin kaynağının Tanrısal irade olduğu Orta Çağ’da egemen yasama merci Tanrı idi. Kraliyet, meşruluğunu uyrukları olan nüfustan değil, kutsallıktan alırdı. Modern dönemde egemenliğin kaynağı dünyevileşmiş (sekülerleşmiş) ve bunun bir sonucu olarak modern ulus devletlerde egemenliğin kaynağı halk olmuştur…

Egemenlik kavramı, modern ulus devletin 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkmasıyla gündeme gelen bir kavramdır…

J. Bodin (1530-1596) ve T. Hobbes (1588-1679) gibi mutlakiyetçi düşünürlere göre bir devlet içerisinde düzen ve istikrarın teminatı, üstün hukuk kaynağının ve sadakat odağının tekliğidir…

Rousseau (1712-1778) genel irade fikrinde ifadesini bulan “halk egemenliği” ve John Austin (1790-1859) “parlamenter egemenlik” görüşleri çerçevesinde, egemenlikle halk iradesini bütünleştirmişlerdir...

Klasik egemenlik anlayışı iki açıdan sorunludur. Çünkü tüm grup ve bireyler etkileşim içindedir ve devlet de dâhil hiçbir siyasal ve sosyal varlık mutlak anlamda bağımsız değildir… İkincisi, klasik egemenlik görüşü, demokratik devletin işleyişiyle uyuşmamaktadır…

Liberal demokrasinin temel bileşenleri bireysel özgürlükle beraber halk egemenliğidir…

Locke’un başını çektiği liberaller, klasik egemenlik anlayışının aksine, ülke içinde mutlak egemenliğin bireysel özgürlükler için risk oluşturacağını ve bu yüzden egemenliğin sınırlanması gerektiğini savunurlar...

Carl Schmitt egemeni, “istisnai duruma” (olağanüstü hâl) karar veren merci olarak tanımlar. Liberallerin aksine Schmitt, anayasa temelli sınırlı egemenlik iddiasına karşı siyasal açıdan egemen olanın her zaman daha üstün olduğunu savunur...

Halk egemenliği kavramı birtakım belirsizlikler taşımaktadır. Bunun ana nedeni, millî iradenin soyut bir bütüne işaret etmesidir…

Millet, ölmüşleri ve doğacakları da kapsayan soyut bir bütün iken halk yaşayanlara karşılık gelmektedir. Ancak tüm nüfusun halk olmadığı da açıktır. Egemenlik bir anlamda, siyasal irade sahibi olduğu varsayılan yetişkin vatandaşlara bölüştürülmüştür...

İç Egemenlik

İç egemenliğe sahip olan bir devlet kendi halkının üzerinde mutlak otoriteye sahiptir. “Halk egemenliği”, “parlamenter egemenlik” gibi terimler, iç egemenlikle ilgilidir. İç egemenliğin iki ana bileşeni vardır: Hukukî egemenlik ve siyasal egemenlik...

Hukuki egemenlik, devletin ülkesi üzerindeki hiyerarşinin en üstünde yasa yapma otoritesine sahip olması ve bu otoriteyi kullanması anlamını barındırır...

Devlet yöneticilerden ayrı gayrişahsi bir kurumdur. Devletin koyduğu yasalar herkes için bağlayıcıdır ve bu bağlayıcılığı ortadan kaldırabilecek herhangi bir kişi ya da grup yoktur.

Siyasal Egemenlik: Egemenlik siyasal ve hukuki bir hiyerarşi demektir. Siyasal egemenlik, fiilen olmasa da hukuki olarak sınırsız bir siyasal iktidarı ifade eder…

Dış Egemenlik

“Ulusal egemenlik” ve “egemen devlet” terimleri dış egemenlik kapsamındadır.

Bir ulus, ancak kendine has ihtiyaçlar ve çıkarlara göre kendi kaderini tayin edebilme becerisine sahip olduğunda egemendir…

Modern dönemde devletlerin dışsal egemenlikleri, Westphalia Antlaşması’yla (1648) uluslararası hukuki bir nitelik kazanmıştır…

İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan küreselleşmeyle birlikte ulus-üstü örgütler oluşmuştur. Bunun sonucunda devletler, yasama faaliyetlerinde ulus-üstü örgütlere verdikleri taahhütleri dikkat almak zorunda kalmışlardır…

Küreselleşme ve Egemenlik

Küreselleşme toplumların ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal, teknolojik ve ekolojik alanlarda bütünleşmesi, farklılıkların azalması, gücün ve etkinin yerelden küresel alana taşınmasıdır...

Küreselleşen dünyada sınır tanımayan para, bilgi, insan akışı üzerindeki egemenlik daha önemlidir…

Küresel süreçteki etkileşimler, devletleri dış etkilere karşı daha hassaslaştırmış ve bu devletlerin siyasal karar alma özerklikleri zayıflamıştır…

Egemenlik açısından modern ulus devletler hem yukarıdan hem de aşağıdan bir basınç altındadır. Heterojen nitelikteki toplumsal talepler içeriden basınç uygularken para, mal, insan, bilginin uluslararası dolaşımı dışarıdan basınç yapmaktadır. Yerel, bölgesel ve küresel ölçekte ulus devletin egemenliğini paylaşan yönetişim birimleri ortaya çıkmıştır. Bu birimlerin ilişkilerinin sıkılaşması ‘paylaşılan egemenlik’ anlayışını doğurmuştur...

MEŞRULUK

Meşruluk iki belirleyici nitelik barındırır: (i) yönetme hakkı veren usullerin var olduğu fikri ve (ii) yönetim biçimini haklı kılacak şekilde yöneten ve yönetilenlerin beraberce paylaştığı bazı dayanakların (ideoloji, rıza, inanç) varlığı. Bu niteliklere dayalı olarak meşruluğun iki türünden bahsedilebilir:..

Usullerden doğan meşruluk anlayışına göre, bir düzeni meşrulaştıran ögeler arasında kurallar ve karar alma süreçlerinde takip edilen usûller önceliklidir...

Esaslardan doğan meşruluk anlayışına göre ise meşruluğun değerlendirilmesinde usuller değil, iktidarın haklılaştırılması ve sorumluluğu ön plandadır...

Meşruluk genel olarak yönetenlerin sahip olduğu araç ve kaynakların kullanılmasının onlara ait bir hak olduğuna ilişkin emir alan veya yönetilenlerin inancıdır...

Yasallık kavramı ile meşruluk kavramının anlamlarının ortak çağrışımları vardır. Ancak meşruluk, yasallığı aşan bir kavramdır. Meşruluk, hukukilik ile beraber makul, haklı ve uygun olma anlamları da taşır...

Siyasal iktidarın kaynağını işaret eden meşruluk, tarihsel süreç içerisinde işaret ettiği kaynağa göre farklı anlamlar kazanmıştır. Modern öncesi dönemlerde meşruluk, yönetenlerin eylemlerinin ilahi iradeye uygunluğu şeklinde anlam kazanmaktadır…

Siyasal otoritenin nasıl meşru kılınabileceği ya da hangi yönetimin meşru olabileceği sorusu modern dönemlerin ana siyasal sorularındandır. Hobbes, Locke, Rousseau gibi modern dönem siyaset düşünürleri meşruluğu, gelenek ya da Tanrısal iradeye değil, bireysel rızaya dayalı olarak açıklamaya çalışmışlardır…

Liberal demokratik devletlerde meşruluk, bireysel özgürlüğe ve kamuoyuna karşı sürekli açık ve duyarlı olmakla tesis edilir…

Max Weber’in Meşru İktidar (Otorite) Tipolojisi

Meşrulukla beraber iktidar ilişkisi, otorite ilişkisine dönüşür…

Otorite; başkalarının aksi halde yapmayacakları bir şeyi bir ödev olarak yerine getirmeleri demektir. Otorite kendine has bir buyruğu ve bununla bağlantılı itaati kapsar. Otorite ilişkisinde emirler makul ve haklı görülür…

Max Weber, üç tip otorite ilişkisi tanımlamıştır:

Geleneksel Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Geleneksel Otorite)

İktidar pratiklerinin kutsallığını öne sürerek meşruluk iddiasında bulunan ve kendisine inanılan otorite türüne geleneksel otorite denir. Bu otorite çerçevesinde oluşan hiyerarşide resmî görevliler arasında ast-üst ilişkisi değil efendi-hizmetçi ilişkisi vardır. Bu tipte otoritenin gerekçesi inancı zorunlu kılar…

Gelenek, iktidarın sıkça meşruiyet devşirdiği bir kaynaktır. Köklü geleneklere sahip devletler, geçmişe göndermeler yaparak meşruluklarını takviye edebileceklerinden dolayı daha avantajlıdırlar…

Kısaca geleneksel otorite meşrulaştırma sürecinde kutsallık, örf, adet, alışkanlıklar ve geleneksel öğelerin yer aldığı otorite ilişkisidir…

Karizmatik Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Karizmatik Otorite)

Karizmatik otorite, olağanüstü kişilik (peygamberlik, kahramanlık gibi) özellikleri olan karizmatik bireyin koyduğu kurallara adanmaya dayalı otoritedir. Bu, karizmatik bir hakimiyettir ve peygamber, seçilmiş bir savaş kahramanı, büyük demagog veya parti liderince kullanılır…

Weber’e göre karizmatik otorite, kısa ömürlü ve istikrarsız olsa da siyasal meşrulukta dinamik ve devrimsel bir öğedir. Napolyon, Gandi, Hitler ve Atatürk bu tipin temsilcileridir…

Yasal-Ussal Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Yasal-Ussal Otorite)

Bu otorite tipinde meşru hükümranlık, yasal konum ve işlevsel yeterliliğin geçerliliğine olan inanca dayanır. Modern siyasal ve bürokratik sistemler, bu otoritenin örnekleridir. Yasallık, zorunlu olarak meşruluğu beslemeyebilir…

Yasallık, meşruluğun bir öğesidir sadece. Weber, sistemlerin meşruluk temellerinin, her üç otorite tipinin karışımından oluştuğunu belirtir...

Weber’in tipolojisinde otoritenin dayatma yoluyla tesis edilebileceği seçeneği ihmal edilmiştir…

Ülke içine ve dışına ilişkin kararlar alıp uygulayan devletin, bu faaliyetlerinde yönetilenlerin onayını alma ihtiyacı vardır. Bu durum siyasal rejimlerin hepsinde ortaktır...

Meşruluk, iki aşamada ortaya çıkar. Birinci aşama, siyasal sistem içinde iktidarın ele geçirilmesiyle ilgiliyken bir diğer aşama iktidarın işleyişiyle ilgili meşruluk meselesidir.

Birçok devlet ve merkezî siyasal kurumlar zor kullanma sonucu yani askerî fetihler ile doğmuştur, asıl önemli olan uygulama aşamasındaki meşruluktur...

Yönetilenlerin düzene inançları kalmadığında ya da yönetim koordinasyonu başarısız görüldüğünde, meşrulaştırma krizi doğar…

Habermas’a göre devletler, sosyal harcamalar gibi bir takım görevler üstlendikçe yurttaşlarının gündelik yaşamlarına daha fazla müdahil olmakta, devlet müdahale ettikçe halkın talepleri artmakta ve devlet bu talepleri karşılamakta güçlük çekmeye başlayınca da meşruluk kaybı ortaya çıkmaktadır. Yani devletlerin performansları ile meşrulukları ilişkilidir...

Sağlıcakla kalın…