Ak Partili karar alıcıları ve parti tarafından uygulanan politikalar bazı muhalif çevrelerce tarihteki bu üç düşünce akımından ilkine atıfla yeni-Osmanlıcı olarak nitelenmiş ve söz konusu politikaların Türkiye’yi bir ‘Ortadoğu’ ülkesine dönüştüreceği ileri sürülmüştür.

Oysa bu iddia, en basit ifadeyle, o günden bu güne küresel ve ulusal düzeyde yaşanan değişiklikleri ve cumhuriyet dönemi Türk dış politikası deneyimini görmezden gelmek demektir.
Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, Ak Parti döneminde de Türk dış politikası mevcudu koruma ve muasır medeniyetler seviyesini yakalama/aşma (Batıcılık) stratejileri üzerinden yürütülmektedir. Emekli Büyükelçi ve Dışişleri Bakanı eski müsteşarı Özdem Sanberk’in de dediği gibi “bu stratejinin belli bir istikrar ve kalıcılık içinde uygulanabilmesinin temel nedeni, Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana Devletler Hukuku’na bağlılığından, gerçekçiliğinden ve köklü geleneklere bağlı ve kurumsallaşmasını tamamlamış bir Dışişleri Bakanlığı’na sahip olmasından kaynaklanmaktadır.

Ama belki en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti’nin, dış politikasında, hegemonik amaçlı stratejilere hiçbir zaman itibar etmemesidir.”
Soğuk Savaş’ın ardından özelde ABD’yi, genelde Batı’yı dengeleyecek bir güç kalmaması, küreselleşmenin farklı boyutlar kazanması ve güç mücadelesinin ekonomik alana kayması gibi nedenlerden dolayı, bu gün 19. ve 20. yüzyıllardakine benzer bir güç dengesi oyunu ile dış politika yapmaktan ve ülke çıkarlarını bu şekilde sürdürmekten söz etmek mümkün değildir. Eğer Türk dış politikasında bir değişiklikten söz etmek gerekiyorsa, asıl değişiklik bu noktada gerçekleşmiştir. İki kutuplu sistemin ardından Türk dış politikasında görülen asıl değişiklik çok boyutlu bir diplomasi uygulamasına geçiş olarak ortaya çıkmıştır. Çok boyutlu diplomasiyi Türk dış politikası ile ilk tanıştıran eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dır. Türk dış politikasının geleneksel ilkesi olan dengecilik de Soğuk Savaş’ın ardından büyük güçler arasında bir denge arayışı olmaktan çıkarak Batı, Avrasya ve Ortadoğu bölgeleri arasında dengeli bir politika arayışına dönüşmüştür. 90’lı yılların ikinci yarısında sönükleşen bu yaklaşım, Ak Parti iktidarı ile birlikte çok daha canlı bir biçimde sürdürülmektedir.

Bu yaklaşım çerçevesinde “Türkiye bir yandan bölgede ve dünyada kendi kontrolü dışında 11 Eylül olayı, Amerika’nın Afganistan’ı ve Irak’ı işgali gibi istikrarsızlık ve güvensizlik yaratan tehditlere barışçı ve yaratıcı diplomatik önlemlerle cevaplar getirirken, bir yandan da Kıbrıs sorununda çözümsüzlük sorumluluğunu Rum/Yunan cephesine kaydırıp Avrupa Birliği hedefine kilitlenerek katılma müzakerelerini açmayı başarmıştır.
Amerika ile bozulan ilişkileri tamir etmiş, Rusya Federasyonu ile de Karadeniz’de ve Kafkasya’da karşılıklı çıkarlara dayanan dürüst ilişkiler kurmuş, ticareti geliştirmiş ve enerji güvenliği alanında atılımlar gerçekleştirmiştir.” İslami bir geleneğe dayanan Ak Parti Hükümetleri de 21. yüzyıl dinamiklerini doğru bir şekilde değerlendirerek ülkenin iç ve dış politikasını çağdaş ve modern dünya ile bütünleşme hedefine yöneltmiş, bölgesel ve küresel gelişmelerden kaynaklanan tehditlere rağmen özgürlüklerden taviz vermemiş, yeni özgürlükler paketleri açarak güvenlik sağlama hedefine odaklanmıştır. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgeye bu ilgisini emperyal emelleri çağrıştıran yeni Osmanlıcılık kavramıyla özdeşleştirmek doğru değildir. Türkiye “Batıcılık” ilkesi çerçevesinde reformlara ve demokratikleşmeye ağırlık verirken, “dengecilik” politikaları çerçevesinde Ortadoğu ve İslam dünyasındaki etkinliğini artırmaya ve bu politikaların aslında batılı ülkelerin de çıkarlarına olduğunu onlara anlatmaya çalışmaktadır.

Türkiye son dönemde Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde bütünleşmesinin yeniden sağlanmasını çatışmaların sona ermesini kendi dış politik çıkarları açısından önemli görmekte ve bu bölgelerin tümünde istikrarın sağlanması için büyük bir çaba sarf etmektedir. İki kutuplu sistemin hakim olduğu dönemde bu bölgelerde aktif bir dış politika izlenmesi mümkün değildi. İki kutuplu sistemin çöküşünden sonra Türk dış politikası farklı alanlarda inisiyatif alma durumu ile karşılaşmıştır. Çünkü Türkiye coğrafi bakımdan söz konusu bölgelerin bir parçasıdır. Ayrıca önceki yüzyıllarda söz konusu bölgelerden Türkiye yaşanan büyük göç dalgaları nedeniyle Türkiye demografik ve kültürel olarak da bölge ile ilgilenmek zorundaydı. Türkiye’nin jeostratejik bakımdan dünya enerji kaynakları ile AB arasında bir köprü konumunda bulunması, Soğuk Savaş’ın ardından küreselleşmenin ivme kazanmasıyla birlikte eski SSCB bölgesinin Batı ile yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmeye başlaması da Türkiye’yi söz konusu bölgelerde aktif bir dış politika izlemeye itmiştir. Ak Parti döneminde bu politikalar canlanarak sürmüştür. Önceki dönemle Ak Parti dönemi arasındaki en önemli fark, siyasetçilerle dışişleri bürokrasisi arasındaki iletişim kopukluğunun akademisyen danışmanlar tarafından kapatılması ve ağırlığın hükümet ve siyaset tarafına kaymış olmasıdır ki, bu durum karar alma mekanizmalarına daha önceki dönemlerde görülmemiş bir dinamizm kazandırmıştır. (Dr.M.HilmiÖzev)

Sağlıcakla kalın…