Ramazan-ı Şerif Ayı’nın inananlar açısından ayrı bir yeri vardır.

Mübarek kendi bereketiyle gelir.

Bir ay boyunca da bu bereket hanelerimizden hiç eksik olmaz.

Ramazan’ın “manevi” havası deseniz bambaşkadır.

“İftar” açmanın, “sahur” yapmanın “hazzına” doyum olmaz.

Diğer günlerde aynı evde bir araya bile gelemeyen aile fertleri, “iftar” saatinde hep birlikte sofraya oturur.

Birlikte “oruç” açılır ve yemekler yenir…!

***

Tabi her Ramazan geldiğinde de dilimizden şu ifade haklı olarak düşmez;

“Nerede o eski Ramazanlar?”

Yaşınız biraz kemale ermişse çocukluğunuzdaki o eski Ramazan gecelerini ve günlerini ararsınız.

Gerçekten de bizim çocukluğumuzdaki Ramazanlar bir başkaydı da!

Peki ya bizim de erişemediğimiz o “eski Ramazanlar” nasıldı?

Doğrusu bu sorunun cevabını, Tarihçi İlber Ortaylı’nın “İstanbul’dan Sayfalar” adlı eserini okuduğumda bulmuştum.

Bugün de Ramazanın birinci günü olması sebebiyle İlber Ortaylı’nın o kitabında bahsettiği “eski Ramazanlar” ile ilgili bir bölümü sizlerle paylaşmak istedim.

Bir okuyun.

Bakalım “eski Ramazanlar mı” yoksa şimdikiler mi daha güzelmiş buna siz karar verin…!

***

“Kilerler gözden geçiriliyor, orta hallinin altındaki aileler bile bütün yıl görmedikleri yiyecekleri depoluyor.

Ramazanda yeni çeşit reçeller, peynirler ve kullanılagelen yağın daha iyisi alınmalıdır.

Fakir fukaranın kileri bile kalantorların yardımıyla az çok dolar…!

***

Sahura kadar evde hayat durmazdı.

Sabaha karşı yatılınca ertesi gün öğlene kadar büyük şehrin uykuda kalacağı açıktı.

Kimse erkenden ne alışverişe çıkar, ne dükkân açılırdı.

Ramazanda kimse iş takip etmezdi. Memurlar da kaleme öyle uzun boylu uğramazdı.

Günler geceler boyu süren misafirlikler ve misafir davet etmek gelenek olmuştu.

Eyüp'ten kalkıp Sütlüce'deki sütkardeşine çoluk çocuk yatıya gidenler, sanki dünyanın öbür ucuna gitmiş gibi günlerce yerlerinden kıpırdayamazdı.

Böylesine misafirliklerin Ramazana rast gelmesi gelenek olmuştu.

Ramazanın en şenlikli yaşandığı bölgede, yani Vezneciler, Şehzadebaşı, Aksaray, Fatih bölgesinde oturanlar;

Uzak Boğaz semtlerinden, Kadıköy'den, Üsküdar'dan gelecek akrabaları günlerce ağırlarlardı.

İftardan sonra beyler çocukları Karagöz'e götürür veya kendileri Şehzadebaşı'nın kalabalığına karışır, evde hanımlar ve küçükler kendi eğlencelerini yaratırdı.

İstanbul kadınının sözlü kültüründeki renkliliği tanımlamaya herhalde Hüseyin Rahmi'nin romanları yetmez.

Uzun gece sohbetleri ve eğlenceleri bu renklilikten oluşan bir mozaik gibiydi…!

***

Eski İstanbul'un Ramazan hayatında her sınıfın, her ailenin kendine özgü bir üslubu vardı.

Ama Ramazandaki hayat tarzı her evde yılın diğer aylarından farklıydı.

Ramazanda oruçla zevkli yemek, ibadetle eğlence, ziyaretle misafirperverlik beraberdi.

Peki, herkes oruç tutup kendini ibadete mi verirdi?

Kuşkusuz oruç yiyen sadece nüktedan Bektaşi değildi.

İsmail Müştak'ın (Mayokan) 'Yıldız Hatıraları'na bakarsak, Müslümanların halifesi Sultan Abdülhamid'in sarayında oruç yiyenlere kimsenin aldırış ettiği yokmuş bile…!

***

Falan konaktan filan konağa iftara koşuşan bir kalabalık vardı.

Yer içer, diş kirası alırlardı. Kalabalıklaşan camilerin önünde dilenci sayısı kat be kat artardı.

Bir de camiden cemaatin ayakkabılarını çalanların…!”

***

Evet;

“Eskinin Ramazanları mı” şimdikiler mi daha güzel?

Siz nasıl bir karara vardınız bilmem ama ben, İlber Ortaylı’nın kitabında anlattığı o eski Ramazan günlerini resmen kıskandım.

Demek ki belirli bir yaş grubundaki insanlar boşuna; “nerede o eski Ramazanlar” deyip hayıflanmıyor.

Gelenin bir öncekini aratmadığı Ramazanlar dileğiyle bu ayda yaptığımız bütün ibadetlerimizi Allah kabul etsin.

Amin…!