Bir toplumun kendinden güçlü bir toplumun yararlı, iyi yönlerini almaya, ona uymaya çalışması normaldir. Bunda gocunacak, gurur meselesi yapacak bir yan yoktur. Aksi halde zararı kendimize dokunur. Bu hususla ilişik şöyle bir benzetme yapabiliriz: Her insanın iyi ve kötü tarafları vardır. Bir insanın başka bir insanda gördüğü iyi, güzel, doğru bir davranışı alması, benimsemesi, uygulaması nasıl doğru, normal bir davranışsa; bir toplumun başka bir toplumda gördüğü faydalı şeyleri alması, benimsemesi de doğru ve normaldir.

1. Terminoloji : Garplılaşma, batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme

Ülkemizde batıdaki iyi ve faydalı şeyleri almak için yapılan uygulamalar garplılaşma, batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme terimleriyle ifade edilmektedir. Bunlardan ilk ikisi doğrudan doğruya yön adıyla ilişiktir. Bu yüzden biz daha uygun gördüğümüz çağdaşlaşma terimini kullanacağız. Bununla birlikte modernleşme dahil bu terimlerin hepsi gerektiğinde, yerli yerinde kullanılacaktır, kullanılmalıdır. Dilimizi ancak böyle zenginleştirebilir, tekdüzeliği, monotonluğu ancak böyle kırabiliriz.

2. Osmanlının batı uygarlığı karşısındaki tutumu

Osmanlı 1299’da kuruldu. Büyüdü, ilerledi, 1453’te İstanbulu fethetti ve Avrupaya gücünü gösterdi. Bu durum 1596’ya değin sürdü. Bu tarihte Avusturyayı yendiğimiz Haçova meydan savaşı, kazandığımız son meydan savaşıdır. Bu savaşın bitiminde imzalanan Zitvatoruk antlaşmasıyla (1606) Avusturya arşidükü, Osmanlı padişahına denk sayıldı. Ondan önce veziriazamın dengi sayılıyordu. 1596’dan 1699’a değin Osmanlı dengede ve duraklamadadır. Bununla birlikte 1699’dan sonra da gücünü tamamen yitirmiş değildir (1683-99 arasında Osmanlı; Avusturya, Rusya, Lehistan, Venedik ittifağına karşı savaşmıştı). Söz gelimi 1699’da yitirdiği Morayı 1718’de geri almıştır. Onca savaştan sonra biraz dinlenmek istemiş olmalı ki Lale devri yaşanmıştır.

Karlofçanın ve onu takip eden Lale devrinin en önemli özelliği şudur: Osmanlı batıdan geri kaldığının farkına, bilincine varmış, bir şeyler yapmak gerektiğini anlamıştır. Ama neyi, nasıl yapacağını bilememekte, kestirememektedir. Çünkü hem Avrupanın, hem kendimizin (Osmanlı) iç yüzünü, iç dinamiklerini bilen düşünürümüz yoktur. Bununla birlikte ilk kez bazı yenilikler bu devirde hayata geçirilmiştir. Bunların en önemlisi 1727’de matbaanın kurulmasıdır. Kâğıt fabrikasının kurulması, Avrupada geçici elçiliklerin açılması, Avrupaya öğrenci gönderilmesi, mühendishane açılması diğer yeniliklerdir. Ne yazık ki bunlar kökleştirilememiştir. Matbaa 1732’den sonra atıl kalmıştır. 1727’de kurulan mühendishane yeniçerilerin taşkınlıkları yüzünden kapanmıştır.

Tahsin Ünal 1718-30 arasındaki Lale devrinin layik bir devir olduğunu, bu devirde Osmanlının dünyayı, dünya işlerini ön plana aldığını söyler.

1730’daki Patrona Halil isyanı sonucunda 3. Ahmet padişahlıktan çekilmiş, yerine 1. Mahmut geçmiş, 1754’e kadar hüküm sürmüştür. Bu dönemde 1733’te kurulan humbaracı ocağı önceki yeniliklerin bir devamıydı. 1734’te kurulan hendesehane ise 1750’de kapanmıştır.

3. Mustafa (1757-1774), Baron dö Tot’a sürat topçularını kurdurmuş, 1773’te deniz mühendishanesini hayata geçirmiştir.

3. Osmanlının asıl gerilemesi

Osmanlının asıl gerilemesi Osmanlı - Rus savaşından sonra 1774’teki Küçük Kaynarca antlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu tarihte Osmanlı artık Avrupadan geriye düştüğünü iyice anlamış ve bazı önlemler almaya başlamıştır. 1783’te Kırımın kaybedilişi Osmanlıya çok ağır gelmiş, padişah üzüntüsünden ölmüştür.

1795’te 3. Selim kara mühendishanesini kurmuş, Avrupada daimi elçilikler açmıştır. Yeni bir ordu kurmaya çalıştıysa da 1808’de yeniçeriler tarafından öldürülmüştür.

Yerine geçen 2. Mahmut, Osmanlı çağdaşlaşmasının en faal padişahıdır. Deyim yerindeyse Osmanlının Atatürküdür. Birçok ıslahat yapmıştır. En mühim icraatları yeniçeri ocağını kaldırıp yeni bir ordu kurması, tıbbıyeyi açmasıdır. Yerine gelen Abdülmecidin 1839’da ilan ettiği Tanzimat da Osmanlının dönüm noktalarından biridir. Fakat bu eylem umulduğu kadar başarılı olamamıştır. Çünkü ekonomi ve eğitim yetersiz ve zayıftı. Tanzimattan daha ziyade Müslüman olmayan tebaanın yararlanması onların ekonomik ve eğitimsel olarak güçlü, ileri olmalarından ötürüdür.

Abdülmecitten sonra gelen Abdülaziz ve Abdülhamit de çağdaşlaşma hususunda ellerinden geleni yapmış, fakat başaramamışlardır.

4. Neden başaramadılar?

Çünkü temelleri, kaideleri, alt yapıları yoktu. Başarılı olmak için halkın aydın, eğitimli, üretici olması gerekirdi.  Öyle olsaydı ekonomi de verimli, güçlü, dinamik olurdu. Ortaya artık değer çıkardı. Osmanlı özellikle Balkanlarda Avrupayla iç içe, yan yana yaşamasına karşın Avrupadaki gelişmelerden ne yazık ki yararlanamadı; geleneksel iktisadi yapısını kıramadı; üretim, tüketim, ithalat ve ihracatını değiştiremedi, geliştiremedi. Kapitülasyonlar da bu durumu olumsuz etkiledi.

Ayrıca entelektüel kadrosu da yoktu. Osmanlıda entelektüel kadro ancak Tanzimattan sonra yetişmeye başlamıştır. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal Osmanlının ilk entelektüel kadrosuydu. Birinci Meşrutiyet bunların eseriydi. Bu hareket, aydın olunca neler olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 1868’de Galatasaray sultanisinin (lisesinin) açılmasından sonra Osmanlıda entelektüel kadro hızla arttı. Abdülhamit döneminde daha da hızlandı ve yetişen entelektüel kadrolar 2. Meşrutiyeti ve Cumhuriyeti kurdu.

Kısaca sadece üstten, tepeden yapılan reformlarla fazla bir yere varılamazdı. Varılamadı da. Yani başarılı olmak için alt dalga, dip dalga gerekliydi. Halkın ekonomik olarak güçlü, refah ve eğitim düzeyinin yüksek olması lazımdı. Bunlar olmadı, olamadı, olamazdı da.

Bir toplum üç sac ayağı üzerinde durur: Yönetim (iktidar), ekonomi ve entelektüellik. Osmanlıda bunlardan ikincisi çok zayıf ve gelenekseldi. Üçüncüsü Abdülaziz öncesi Osmanlıda hiç yoktu. Dolayısıyla başarılı olunmaması ya da az bir başarı sağlanması normaldir (Koçi Bey gibi, Ahmet Cevdet Paşa gibi kişiler istisnadır. Malumdur ki bir çiçekle yaz gelmez).

5. Esas soru: Osmanlı çağdaşlaşmak için yeterli çabayı gösterdi mi?

Bu sorunun yanıtı “evet”tir. Evet, Osmanlı, yani yönetimde bulunan Osmanlı hanedanı ve yönetim kadrosu, ülkesinin geri kaldığını fark edip Avrupaya yetişmek için, erişmek için elinden geleni yapmıştır. Bu konuda Osmanlı hanedanının hakkını yemeyelim. Sezarın hakkına Sezara verelim. Daha doğru söyleyişle Osmanlının hakkını Osmanlıya verelim.

Gerçi Osmanlı elinden geleni yapmıştır ama başaramamıştır. Neden başaramadığını az yukarıda anlattık.

6. Bugünden Osmanlıya bakış

Bugün kimi aydınlar ve siyasetçiler anakronik bir bakışla Osmanlının çağdaşlaşma gayretlerini eleştiriyorlar. Acaba bunlar Osmanlının yerinde olsalar ne yaparlardı? Bugünkü gibi mi düşünürlerdi? Yoksa onlar da Osmanlının yaptığını mı yaparlardı? Tabi ki Osmanlının yaptığını yaparlardı. Çünkü akıl bunu gerektirirdi.

Bugünden tarihe bakıp Osmanlıyı eleştirmek tamamen ideolojik ve anakroniktir. Osmanlının çağdaşlaşma çabalarını, Cumhuriyetin icraatlarını (faziletlerini) eleştirenler Cumhuriyetin açtığı okullarda yetişmişler, bugünkü makam, mevki ve konumlarına Cumhuriyet devrimleri sayesinde erişmişlerdir. Osmanlının ıslahatları, Cumhuriyetin devrimleri olmasa Osmanlıyı eleştirenlerin kendileri şimdiki konumlarında bulunabilirler miydi? Yani eleştirirken de biraz insaflı olmak gerekmez mi? (Azerbaycanda insaf dinin yarısıdır derler).

Aydın, filozof her şeyden önce dürüst olmalı, objektif olmalıdır. Ne ise onu görmeli, onu söylemelidir. İdeolojik, maksatlı olarak mevcut durumu saptırmamalı, buna çalışmamalıdır. Böyle düşünmek vicdana, halka, tarihe karşı saygısızlıktır. Vefalı olmalı, nankör olmamalıdır. Çıkarcı hiç olmamalıdır.

Bu pencereden baktığımızda Osmanlı atalarımızın günümüzdeki birçok aydından, siyasetçiden daha ileride durduğu, daha çağdaş düşündüğü görülmüyor mu?

7. Sonuç

Osmanlı atalarımız Avrupadan geri kaldıklarını fark edip devleti ve tebaayı yükseltmek, ileri götürmek için ellerinden geleni yaptılar, ancak başaramadılar. Bunun olması için yönetimin iradesi (bu vardı), tebaanın iktisaden güçlü olması, artık değer üretmesi, kendilerine yol gösterecek aydınların olması gerekirdi (Bunların hiçbiri yoktu). Nitekim Osmanlının ilk entelektüel nesli olan Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, 1. Meşrutiyetin ilanında birincil rol oynamışlardır. İkinci Meşrutiyet de bütün baskılara rağmen (sürgün, hapis vb) tamamen aydınların eseridir.

Osmanlı başaramadı ama onun içinden çıkan biri, Mustafa Kemal Atatürk bunu başardı. Doğru; Atatürkü Osmanlı yetiştirdi. Ancak Atatürk Osmanlının hilafına bir şey yapmadı ki! Onun yapmak istediğini daha kesin şekilde, daha kökten, daha kısa zamanda yaptı. Tabiri caizse batıyı kendi silahıyla vurmak istedi ve bunu başardı. 1922’ye kadar her taraftan didiklenen Osmanlının yerine kurulan Cumhuriyetin 1939’da Hatayı geri alması, 1974’te Kuzey Kıbrısı  kurtarması onun gücünü ve başarısını göstermiyor mu?

Cumhuriyetin getirdiği diğer nimetler olan barışı, yolu, suyu, elektriği, okulu, hastaneyi, sanayiyi, salgın hastalıkları yok etmeyi vb. hususları saymaya gerek duymuyoruz.

Atatürkün Osmanlının yapmak istediğini fiiliyata geçirdiğini söyledik. Atatürk devrimlerinin sonucunda Osmanlının tek zararı saltanatın kaldırılıp hanedanın sürgün edilmesi oldu (Olmasaydı tabi ki iyi olurdu. Bu meyanda başka hanedan mensuplarının kurşuna dizildiğini hatırlayalım). Yani Osmanlı bir anlamda ülkesinin kurtuluşu için kendisini feda etti.

Cumhuriyetimizin 100. yılına yaklaştığımız şu günlerde Osmanlı atalarımıza da, Cumhuriyetimizi kuran kadroya da vefa gösterelim; şükranlarımızı, minnettarlığımızı ifade edelim ve onları saygıyla yad edelim (21 Aralık 2020).

NOT : Dünyada kurucu liderine bu kadar düşmanca, bu kadar vefasız, bu kadar nankör davranılan ikinci bir ülke daha yoktur. Oysa böyle davrananlar tüm kazanımlarını ve şu anki konumlarını tamamiyle Türkiye Cumhuriyetinin kurucu liderine ve onun yolunda gidenlere borçludurlar. Geçmişine saygılı davranmayan toplumları nelerin beklediğini tarih göstermiştir ve gösterecektir.[1] Çünkü tarih tekerrürden ibarettir (1 Ağustos 2021).

[1] Bu meyanda Resul Hamzatov’un (1923-2003) “Geçmişinize kurşun atarsanız geleceğinize top atarlar” özdeyişini anımsatmak yerindedir.