Son 10-15 yılda Türkiye de bazı büyük purojeler çok tartışıldı.
Bilimsel yazılar yazmaktan ve başka sebeplerden dolayı bunlar üzerinde duramadık. Bu yazımızda tartışılan üç büyük puroje hakkındaki görüşlerimizi iyi niyetle ortaya koyacağız. Görüşlerimizin dikkate alınacağını umuyoruz.

1. Yavuz Sultan Selim köprüsü (üçüncü köprü)

İstanbul boğazına köprü yapılması çok eskiden beri gerçekleştirilmek istenen bir düştü. 2. Beyazıdın Galatayla İstanbul (Eminönü) arasında bir köprü yaptırmak istediği bilinir. Bunu duyan Leonardo da Vinci (1452-1519)’nin 1502’de 2. Beyazıda yazdığı mektubu arşivlerde durmaktadır. Vinci mektubunda Galatayla Eminönü, Avrupayla Asya arasında köprü yapabileceğini bildirir. Osmanlılar belki de müslüman olmadığı için Vinci’nin önerisini dikkate almazlar (2. Beyazıdın babasından çok farklı olduğu ve Sofu lakabıyla anıldığı bilinir).

Vinci’nin Galata-Eminönü arasında tasarladığı köprü ancak 1845’te yapılabildi. Ahşap köprü eskiyince 1863’te yenilendi. 1912 ve 1992’de modernize edildi.

Vinci’nin boğaza tasarladığı köprüyse ancak 1973’te gerçekleşebildi. O zamanın başbakanı Süleyman Demirel, bugün kısaca Boğaz köprüsü veya Birinci köprü denilen Boğaziçi köprüsünü İstanbulun boğazına taktı (Bugünkü resmi adı 15 Temmuz Şehitler köprüsüdür). Köprünün açılış töreninde dikkati çeken önemli bir ayrıntı şuydu: Cumhuriyetin 50.
yıldönümü kutlamaları gölgede kalmasın diye köprü 30 Ekim 1973 günü hizmete açılmıştı.

Boğaza kolye takmak her Türk iktidarının kömeniydi (hayaliydi). Turgut Özal 1986’da yapımını başlattığı köprüyü 3 Temmuz 1988’de açmıştı.
Böylece İstanbul boğazına ikinci gerdanlık takılmış oldu. Köprüye verilen Fatih Sultan Mehmet adı çok isabetliydi. Çünkü Fatih İstanbulu alan padişahtı. Bununla birlikte halk arasında bu köprüye kısaca Fatih köprüsü yahut İkinci köprü denir.

Üçüncü köprü olan Yavuz Sultan Selim köprüsünün yapımına 2012 yılında başlandı, 2016 yılında bitirildi. 26 Ağustos 2016 günü açıldı (Erdoğan burada yaptığı konuşmada çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak gerektiğini söyledi. O zamana değin Türkiyenin hedefi çağdaş uygarlıktı ki bununla kastedilen batı uygarlığıydı).

Köprünün yapılmasından çok adı ve ormanların içinden geçmesi tartışıldı. Biz de köprünün çevre yolları ormanların içinden değil de ikinci köprünün hemen kuzeyinden veya sahile yakın yerlerden geçseydi daha uygun olurdu düşüncesindeyiz.

Köprünün çok tartışılan Yavuz Sultan Selim adına gelince, bu ad gereksizdi, isabetsizdi. İstanbul boğazına takılan üçüncü gerdanlığa verilmesi gereken en uygun ad, Mimar Sinandı. Çünkü Türk tarihinin en büyük mimarı oydu. İstanbulu ve imparatorluğun her yerini olağanüstü sanat yapıtlarıyla süslemiş, donatmıştı. Köprüye onun adından daha yakışır bir ad olamazdı.

Peki neden Yavuz Sultan Selim adı verildi? Çünkü Yavuz şiiliğe karşı doğal olarak sünniliği savunmuştu. Bu o zaman için normaldi. Köprüye onun adı verilirken şiiliğe ve onun patronu İrana karşı bir duruş sergilendiği anlatılmak istendi. Başka deyişle “sünniliğin şampiyonu biziz” denilmek istendi. Bu durum ise günümüz için normal bir davranış değildir.

Söylediğimiz üzere Yavuz İrana ve şiiliğe karşı savaşımında haklıydı; çünkü şiilik devletin Tokat, Antalya gibi iç bölgelerine hançer gibi sokulmuştu. Devleti tehdit ediyordu. Fakat Yavuz adından da anlaşılacağı üzere Anadoludaki alevilere karşı çok sert davranmıştı.
Bu da tarih boyunca alevileri üzmüş, toplumdan soyutlamıştı. Köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi alevileri tekrar üzmüş, kırmıştır (Osmanlı Türkçesinde yavuz ~ yavız “1. kötü, fena 2. sert, azgın, keskin, güçlü, çetin, yaman, şiddetli 3. kötülük, fenalık”
anlamındadır.[1] Yavuz daha sonra olumlu bir anlam kazanmış ve çocuklarımaza ad olmuştur).

 Ancak 502 yıl önce (1517’de) yapılan bir savaşın hala iki devlet tarafından mücadele aracı olarak kullanılması esef vericidir. Çağımız din ve mezhep politikalarının ve savaşlarının çoktan geride bırakılması gereken bir çağdır.

Yavuz adının verilmesinin ikinci nedeni Yavuzun Mısırdan halifeliği almasıdır. AKP iktidarı köprüye verdiği bu adla İslam dininin patronu olacağını, İslam davasını güdeceğini göstermek istiyor. Bunun başka görünüşü Türkiye (Türk değil) egemenliği, Türkiye yayılmasıdır. Bizce bu da doğru bir yaklaşım değildir. Zaten Suudi Arabistan, BAE gibi zengin Arap ülkeleri hemen Türkiyenin karşısında yer almışlardır. Yani İslam birliği ideali şimdiden çökmüştür. Ayrıca içte veya dışta dinle haşır neşir oldunuz mu, dinle yatıp dinle kalktınız mı olduğunuz yerde sayarsınız, geri kalırsınız, ileri gidemezsiniz; tökezlersiniz.
Ayırıcı, bölücü olursunuz.

Özetle Yavuz Sultan Selim adı üçüncü köprü için doğru, isabetli bir ad değildir. Bizce zaman hala geçmemiştir. Köprünün adı Mimar Sinan olarak değiştirilmelidir. Böylece alevi yurttaşlarımız da ikinci sınıf yurttaş duygusundan, algısından kurtulmuş olur.

NOT : Biz önce iktisadi alanda kalkınmaktan yanayız. Bunun evvela iktisadi alanda, sonra kültürel ve siyasi alanda Türk (ve tabi
Türkiye) egemenliğini kendiliğinden getireceğinden eminiz. Görüşümüzü Almanya ve Japonyanın ekonomik gücüyle karşılaştırınız.

2. İstanbul hava limanı (üçüncü hava limanı)

Çok tartışılan ve övünülen purojelerden ve işlerden biri de üçüncü (şimdi İstanbul) hava limanıdır. Hava alanları, limanlar ve gümrük kapıları bir ülkenin güzgüsü (aynası) sayılabilir. Çünkü ilk izlenim her zaman önemli ve çoğunlukla akılda kalıcıdır. Dolayısıyla bunların moderin, temiz, düzenli, çabuk iş yürütülen yerler olması pek gereklidir.

İstanbulun daha önce mevcut olan Atatürk (eski Yeşilköy) ve Sabiha Gökçen hava limanlarından başka üçüncü bir hava limanına gereksinimi vardı. Çünkü İstanbulda 16 milyon insan yaşamaktadır. Gel-geç nüfusla bu rakam 17-18 milyona ulaşmaktadır. Dünyada İstanbuldan nüfusça daha ufak olan büyük şehirlere baktığımızda örneğin Moskovada üç, Pariste üç, Londrada üçten çok hava alanının olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla üçüncü hava limanı da çok gerekliydi.

Üçüncü denilmekle birlikte bu hava alanının üçüncü olmadığı açık değil midir? Yani Atatürk (ilk, birinci, tarihsel) hava limanını kapatmakla İstanbuldaki hava limanlarının sayısını ikiye indirmiş olmuyor muyuz?
Her ikisi de İstanbulun en ucunda olan iki hava limanına İstanbulun
17-18 milyon insanını mecbur ve mahkum etmek ne kadar doğrudur, ne kadar akıl kârıdır? İstanbula ilk kez gelecek yabancıları masraflı ulaşım araçlarına, uzun, zahmetli yollara zorlamakla ne kazanacağız?
Yani Atatürk hava limanını İstanbul hava limanıyla  hizmete açık tutsak çok daha isabetli olmaz mıydı?

Bize öyle geliyor ki, Atatürk hava limanının sivil uçuşlar için devreden çıkarılması (artık sadece devlet ricalinin geliş gidişi ve bazı özel seferler için kullanılacak) sırf Atatürkün adıyla ilgilidir.
Atatürkün devrimlerine, Atatürkün adına alerjisi olanlar, Atatürkün adı duyulmasın, söylenmesin diye bu hava limanını kapatıyorlar. Bunun başka izah tarzı yok.

Ayrıca dünyanın en büyük hava limanı tanımlaması da doğru değil; dünyanın en büyük hava limanlarından birisi demek daha doğru ve gerçekçidir.

Şunu eklemeden geçemeyeceğiz. Zamanında Yeşilköy adının Atatürk olarak değiştirilmesini gerekli bulmuyorduk. O zaman Kemal Ilıcak, Kenan Evrenden kıredi almak istiyordu. Milli Güvenlik Konseyine yaranmak için “Yeşilköy hava limanı Atatürk olsun” diye Tercüman gastesinde bir kampanya başlattı ve buna teşne olan konseyi ikna etmesi zor olmadı (Bu fikrimizi Evren’in anılarına dayandırıyoruz. Evren anılarında Ilıcakın kendisinden kıredi istediğini, konuya ilgi göstermediğini belirtir).

Üçüncü köprü için söylediğimizi Atatürk hava limanı için de
söyleyeceğiz: Zaman hala geçmemiştir; Atatürk hava limanı diğer iki hava limanıyla koşut (paralel) olarak hizmete devam etsin. İşin doğrusu budur. Aklın yolu bunu gösterir.

3. Kanal İstanbul

Üçüncü önemli puroje Kanal İstanbuldur. Kanal İstanbul adı, Türkçenin yapısına uygun değildir, mecburen kullanıyoruz. Doğrusu İstanbul kanalıdır.

Kanal purojeleri de atalarımızın kafasını meşgul etmişti. Osmanlı Don-Volga, Süveyş kanallarını açmayı düşünmüş, ilkini başlatmış, sona erdirememişti. Süveyşe hiç başlayamamış, kanalı 1869’da Fıransızlar açmış, hisselerini İngilizler kapmıştı.

Osmanlı, benzeri purojeler de düşünmüştü. Ünlü Evliya Çelebimiz (1611-1682), Seyahatnamesinde Sapancadan geçerken dış güvenlik nedeniyle (Rus Kazaklarını kastediyor) Sakarya ırmağının Sapanca gölüne akıtılmasından ve gölün İzmit körfezine bağlanmasından şöyle söz eder:


“Nehr-i azim Sakarya; iki sâ’at karîb ubûr edüp Kocaili içinde kasaba-i İrva kenarında bahr-i Siyâha munsab olup sehl himmet ile nehr-i Sakarya bu buhayreye mahlût olmak şey-i kalîl idi.  Ve bu buhayre İzmit körfezine üç sâ’at karîb olmağıla bu gölün ayağı İzmit tuzlası önünde deryâya karışır. Hatta sultan … asrında bu buhayreyi İzmit körfezine ilhâk eylemeğe niçe kerre yüz bin kazma ve çapa ve ırgad ve bennâ çalışup ittisâline sehl kalmışken ‘Vafir genc ve ömr-i Nuh gerekdir’ deyü İzmit halkının ığvâsıyla ferâğat etdiler. Ammâ eğer Sakarya nehri halîce ve halîc İzmit körfezine mahlût olsa Karadenizden bir dahi nehr-i Sakarya ile düşman girmez ve İzmit şehri iç il olup şehr-i Boluya varınca beş konak yer ammâr olup Bolu şehri iskeleye karîb olup cümle İslâmbolun gemileri tâ Boluya yanaşup İslâmbolda bir tahta üç akçeye[2] ve bir kantar odun beş akçeye olup hayrat-ı azîm olurdu.”[3]


Tabi Süveyş gibi buna da hiç başlanamamıştı.

Ecevit ve Demokratik Sol Parti de 1994’de böyle bir purojeden söz etmişti. Yalnız böyle bir fikir bizim kafamızda Ecevitten de önce 1970’lerde geçmişti, yer etmişti. Yalnız biz değil bir çok Türk vatandaşı bunu düşünmüştür.

Kanal İstanbul da bize göre gerekli bir purojedir. Zira İstanbulun boğaz tırafiği dünyanın en yoğun deniz tırafiklerinden biri, belki de birincisidir. Daha önce yaşanan kazalar, kıyılara bindiren tankerler, karaya oturan ve sürüklenen gemiler malumdur. Ayrıca Türkiyenin savunması açısından da yararı olabilir? Bildiğimiz üzere Montrö anlaşması Türkiyeye bazı yükümlülükler getirmiştir. Belki onlar fiilen yürürlükten kalkar (Bu konu devletler arası hukukçuları ilgilendirir.
Biz sadece değindik).

Yalnız Kanal İstanbulun Tırakya tarafında yapılması bize pek uygun gelmiyor. Şöyle kim:

Birincisi Tırakya ovası Türkiyenin en verimli arazisidir. En derin toprak katmanına iyedir (sahiptir). Basit bir örnek verelim: Bir ceviz fidanı Tırakya ovasında yılda 1, 1.5 metre büyüyebiliyor. Bu Türkiyenin her yerinde olan bir şey değildir (Eskiden köyümüzde, daha doğrusu Tırabzon köylerinde insanlar o kadar çalışırlardı ki, zaman zaman Tırabzon insanı bu çalışmayı Tırakya ovasında yapsa herhalde tirilyoner olur diye düşünürdük).

Korkumuz şudur: Kanal İstanbul açılınca Tırakyanın verimli arazileri beton binalarla dolacak ve verimli tarım arazileri ortadan kalkacak.

İkincisi kanal etrafında aşırı nüfus yığılması olacaktır. Şimdilik kanalın yanında 1 milyonluk bir kent tasarlanıyor. Ancak nüfus 1 milyonda kalmayacak ki. Türkiyede nüfus artışı son yıllarda hızlanmıştır. Yurdun her yanından hatta yurt dışından gelenler iş arayacak, iş kuracak, nüfus artacak; her yer düzenli düzensiz yapılarla dolacak. Tırakya ovasından da eser kalmayacak.

Bizim önerimiz şudur: Kanal açılsın, ama Avrupa yakasında değil, İstanbulun Anadolu yakasında, Kocaeli veya Sakarya taraflarında açılsın. (Belki en uygun yer Herekenin doğusu veya batısıdır; çünkü buralar kayalıktır, nüfusu azdır. Tabi en uygun yeri bilim kişileri belirleyeceklerdir. Biz sadece fikir veriyoruz). Böyle yaparsak, yani kanalı söylediğimiz yerlerin birinde açarsak, nüfusu biraz da o taraflara çekmiş, dağıtmış, yaymış oluruz. Tarım arazilerini de kurtarmış oluruz. Nüfusu gereğinden fazla olan İstanbul da belki biraz rahatlar.

Tekrar görüşlerimizin dikkate alınmasını diliyoruz.

________________________________

[1] Cem Dilçin, Yeni Tarama Sözlüğü, TDK, Ankara 1983, 239. s.

[2] Akçeye sözcüklerinin doğrusu akçaya olmalıdır (Y. Gedikli).

[3] Evliya Çelebi Seyahâtnâmesi, Yapı ve Kredi y., İstanbul 1999, 2. c., s. 90a.