Geçen gün basından okudum…

İlgimi çekti…

Ve her vatandaşın da ilgisini çekeceğini düşündüğüm bir konuya değindi SGK İl Müdürü…

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Sakarya İl Müdürü Erhan Çavuş basın açıklamasında sosyal güvenliğin önemine dikkat çekerek, “Tüm ülke vatandaşlarımızın anayasal hakkı olan sosyal güvenlik sistemi, vatandaşlara hayatları boyunca sağlık hizmeti vermeyi, asgari bir gelir düzeyi sağlamayı ve kişileri mesleki, fizyolojik ve sosyo-ekonomik nitelikteki risklere karşı korumayı ve bu risklerden doğan zararları gidermeyi amaçlayan bir sistemdir” dedi haklı olarak...

Hatta doğru olarak…

Konunun uzmanlarına göre; sosyal güvenlik kavramı oldukça dinamik bir niteliğe sahip olup, bu itibarla sosyal politika ve sosyal güvenlik arasında bir bütünleşme de meydana gelmektedir...

Sadece uzmanlar değil…

Devleti yönetenler, akademisyenler geniş anlamdaki sosyal güvenliğin içeriğine, toplumda yaşayan bireylere ekonomik destek sağlama, toplumu genel olarak risk kabul edilen olaylara karşı koruma ve toplumda yaşayan herkesin kişiliğinin geliştirilmesini sağlama hususlarının girdiğini belirtmektedir.

Tarihe baktığınızda ‘Sosyal Güvenlik’ deyimi çok eski değil, yeni bir kavramdır...

Söz konusu kavramın ilk kullanıldığı kanuni düzenleme 1935 tarihli Amerikan Sosyal Güvenlik Kanunudur…

Her ne kadar sosyal güvenlik deyimi yeni bir kavramı ifade etmekteyse de, sosyal güvenliğe duyulan ihtiyaç insanlık tarihi kadar aslında eskidir...

İnsanoğlu, tarihin her döneminde kendisini yoksulluğa iten, geleceğini tehdit eden olaylardan korunma duygu ve çabası içinde olmuştur…

Hastalık, sakatlık ve yaşlılık gibi insanoğlunun yazgısı ve kaderi niteliğindeki olayların açlık, sefalet ve yoksullukla eş anlama geldiği dönemlerde çetin bir yaşam mücadelesinin egemen olduğu bilhassa ilkel toplumlarda, bu mücadelede yenik düşen yaşlıların bir dağın tepesine götürülerek ölüme terk edilmeleri, yeterli yiyecek bulunmaması nedeniyle ırmak kenarlarında yeni doğmuş bebek cesetlerine rastlanılması, yoksulluğun, yarına duyulan güvensizliğin ve çaresizliğin bir sonucudur...

Ülkemizde Sosyal Güvenliğin başlangıcına tarihsel olarak baktığınızda…

Osmanlı Devleti döneminde batıdaki gibi işçi kitlesinin yoğunlaştığı bir endüstrileşme hareketi gerçekleşmemiştir. Batılılaşma hareketlerinin köşe taşlarından biri olarak kabul edilen 1839 Tanzimat Fermanı’ndan tam 26 yıl sonra başlayan sosyal güvenlik hareketlenmeleri yazılı mevzuata dönüşmüştür. Ancak bu dönemde de, işçi-işveren ilişkileri fazla yaygınlaşmadığından, sosyal güvenlik alanında daha fazla önem taşımayan, sınırlı ve geçici nitelikte bazı hukuki belgelerin kabul edildiği ifade edilmektedir. Bunlardan, 1865 yılında kabul edilen Dilaverpaşa Nizamnamesi (Tüzüğü); aslında kömür üretimini arttırmak amacıyla alınacak önlemlere yönelik olarak çıkarılmışsa da, Ereğli kömür havzasında çalışan işçilerin hafif hastalıklarda madende bulunacak doktorca tedavisi; ağır hastaların köyüne yollanması gibi önemsiz derecede düzenlemelere de yer verildiği görülebilmektedir...

1869 yılında çıkarılan Maadin (madenler) Nizamnamesi ise, DilaverpaşaNizamnamesi’nden daha gelişmiş düzeydedir. İşçileri iş kazalarına karşı koruyucu önlemlere, işverenlerin ise iş kazasına uğrayan işçilere ya da kazadan dolayı ölenin ailesine tazminat ödemekle yükümlü kılan hükümlere yer verilmiştir…

Cumhuriyet ilan edilmeden ilk TBMM’nin kurulduğu 23.04.1920 tarihinden, Cumhuriyet’in ilan tarihi olan 29.10.1923 tarihine kadar geçen sürede sosyal güvenlik alanında iki önemli kanun çıkarılmıştır...

28.04.1921 tarih ve 114 sayılı Ereğli Havza-i Fahmiyesinde mevcut kömür tozlarının Amele Menafi-i Umumiyesine Olarak Füruhtuna dair Kanun, diğeri 10.09.1921 tarih ve 151 sayılı Ereğli Havza-i Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun’dur…

Ülkemizde özellikle son yıllarda Sosyal Güvenliğe önem veren bir devlet anlayışı kanunlarda yerini almıştır…

Sosyal Güvenlik Kurumu vatandaşın vazgeçilmez unsurudur…

Eğer bir ülkenin sosyal güvenliği yoksa; o ülkeye tabiri caizse “muz cumhuriyeti” demek doğru olsa gerek…

Sağlıcakla kalın…