Röportaj:  Hüdavendigâr OnurS.AHMET ARVASİ NASIL BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİTürk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri S.Ahmet Arvasi 24 yıl önce 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Arvasi, çok yönlü bir şahsiyetti. Bir fikir ve dâva adamı olmasının ötesinde

 Röportaj:  Hüdavendigâr Onur

S.AHMET ARVASİ NASIL BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİ

Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri S.Ahmet Arvasi 24 yıl önce 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Arvasi, çok yönlü bir şahsiyetti. Bir fikir ve dâva adamı olmasının ötesinde eğitimci, şair ve yazardı. Büyük bir idealist ve eylem adamıydı. Çok kültürlü gerçek bir entellektüeldi. Bir ‘Mektep adam’dı. Tavizsiz bir müslüman ve şuurlu bir Türk milliyetçisiydi.

Ahmet Arvasi, bir misyon(amaç) ve vizyon(hedef) sahibiydi. Misyonu; Türk gençliğine ve milletimize “ilâ-yı kelimetullah” idealini ve Türk-İslâm ülküsünü benimsetmekti. Vizyonu ise, bu ideal ve ülkünün milli ruhla yetiştirilecek gençler eliyle dünyaya yayılmasına vesile olmaktı. Bütün ömrünü bu amaç ve hedef uğrunda çalışmayla  geçirdi.

Onun şahsiyetinin ağır basan yönü eğitimciliğiydi. Gerek 27 yıllık öğretmenlik hayatında, gerekse emeklilik hayatında eğitimciliğine ara vermedi. Gerek sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarında, gerek gazete ve dergilerdeki yazılarında, gerekse evinde misafirleriyle yaptığı hasbıhallerde hep eğitimciliğini sürdürdü.Hiçbir konuda taassubu yoktu. Çünkü gerçek bir münevverdi. Doğu ve Batı düşünürlerinin hepsini okumuştu. Bütün fikir akımlarını ve ideolojileri, İslâm dinini, dinî ilimleri, dinler felsefesini, eğitim psikolojisini ve sosyolojisini iyi biliyordu. Medeni ve sosyal bir insandı. Her görüş ve yapıdaki insanı saatlerce sabırla dinler, görüşür, tartışırdı. Tartışmanın galibi her zaman Arvasi Hocaydı. Bu yüzden aşırı sol görüşlü öğrenciler onun dersine girmek istemezlerdi.”

AHMET ARVASİ’Yİ BİR EĞİTİMCİ OLARAK NASIL GÖRDÜNÜZ

Ahmet Arvasi’nin en belirgin vasfı, eğitimciliğidir. 1952 yılında başlayan eğitimcilik hayatı, resmi olarak 11 Haziran 1979 tarihinde Ümraniye Lisesi Rehberlik Öğretmeni olarak emekli oluncaya kadar devam etti. Aslında onun eğitimcilik hayatı, cemiyet ve ev hayatı içinde, vefat tarihi olan 31 Aralık 1988’e kadar devam etti. Toplumu ve özellikle gençliği, çağın ilmî ve teknolojik gelişmelerinden kopmadan, Türklük şuuru ve İslâm imanı ve ahlakiyle yetiştirmeyi meslek olarak benimsemişti. Eğitim Psikolojisi ve Eğitim Sosyolojisi gibi meslek derslerine giriyordu. Eğitim Sosyolojisi dersinin ders kitabını da yazmıştı. Bu kitabı bütün Eğitim Enstitülerinde okutuldu.

1978 yılında Ecevit Hükümetinin bürokrasideki ülkücü kıyımından Arvasi Hoca da nasibini aldı, birçok arkadaşı gibi o da Atatürk Eğitim Enstitüsünden sürgün edildi. Sürgün edildiği okul, Kırşehir Lisesi idi. Okul, Kırşehir’de solcuların hâkim olduğu kurtarılmış bölgedeydi, çalışma imkânı yoktu. Ama Hoca, yiğitçe gitti, göreve başladı, fakat gerçekten çalışamıyacaktı. Duruma üzülen Vanlı hemşehrileri devreye girdi, daha önce başbakanlık yapmış olan hemşehrileri Ferit Melen’le görüşerek, Hocanın İstanbul’a tayinine yardımcı olmasını rica ettiler. Melen devreye girdi ve Hocayı İstanbul’a tayin ettiler.”

Ahmet Arvasi Hoca emekli olduktan sonra eğitimciliğini üç ayrı kulvarda devam ettirdi. Bir yandan basındaki günlük yazıları ve kitaplarıyla halkımızı, bir yandan sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarıyla gençleri ve yetişkinleri, bir yandan da evindeki sohbetlerle dostlarını ve öğrencilerini eğitmeye devam etti. Çok geniş bir kültür ve ilim sahibi idi. Onun için her konuda konuşabiliyordu. Etkili ve ikna edici bir anlatımı, çok güzel bir sesi vardı. Zeka fışkıran kapkara gözleriyle insanın içini okurdu.”

S. Ahmet Arvasi’nin anlayışına göre, eğitim sisteminin temel amacı, bir bütün olarak fert ve cemiyetin mutluluğunu sağlamaktır. Bunu sağlayacak olanlar da, eğitimcilerdir. Ona göre eğitimciler, nitelikleri, bilgileri, yaşayışları ve uygulamalarıyla öğrencilerine örnek olmalıdırlar. Eğitimciler; mütevazı, şefkatli, sabırlı ve yumuşak huylu olmalı ve öğrencilere daima doğruyu öğretmeli ve göstermelidir. Branşlarında yeterli ve üstün olmalılar, sürekli kendilerini yenilemeye ve geliştirmeye çalışmalıdırlar. Vatan, millet ve devlet sevgileri yüksek olmalı, Allah sevgisi ve korkusu ile dolu olmalıdırlar. Eğitimciler, işlerini sevmeli ve idealist olmalıdırlar. Öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye çaba göstermelidirler. “

S.AHMET ARVASİ NEYİN KAVGASINI VERDİ

S.Ahmet Arvasi, gerçek bir Türk milliyetçisi idi. İslâm’ın meşru çerçevesi içinde Turancı denilecek kadar Türkçü ve milliyetçiydi. Türklüğü beden, İslâmiyeti ruh bilen bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Hayatı, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı karşı karşıya getiren dinimizin ve milliyetimizin düşmanlarına karşı mücadele ile geçmiştir. O, bu düşmanları durduracak tek reçete olarak da, felsefesini kendisinin oluşturduğu Türk-İslâm Ülküsü’nü görmüştür.

 Arvasi Hoca, milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemiştir: “Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâmı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyetçilik şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, ister çoğunluktan

gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım.”

Bu arada şu bilgiyi de aktarayım. Alparslan Türkeş’le Necip Fazıl’ı görüştüren ve aralarında bir gönül köprüsü kurduran da Arvasi Hocadır. Necip Fazıl, bu dostluk sonucu 1977 seçimlerinde MHP’nin İstanbul’daki mitingine katılarak konuşma yapmıştır.

Ahmet Arvasi Hocanın milliyetçiliği, ahfâdından kalan bir mirastır. Ailesinin muhterem büyüklerinden Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hazretleri aile mensuplarına şu vasiyette bulunmuştur: “Türk milleti, sahabe-i kiramdan sonra İslâmiyet’e hizmet eden tek millettir. İslâmın bayraktarlığını yapan bu millet gelecekte de bu hizmetini sürdürecektir. Onun için hepiniz Türk milletinin hizmetinde olup onun yükselmesi ve yücelmesi için çalışacaksınız”.

ARVASİ NEDEN TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜNÜ SAVUNDU

Arvasi Hoca,  Türklerin İslâm’ın bayraktarlığını yaptığını ve bu görevin hâlâ bu millette olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bu iki mukaddes varlığın birbirinden ayrı, farklı ve karşı varlıklar gibi gösterilmesine tahammül edemiyordu. Bu yüzden, 1965’te Sayın Ahmet Er’in radyoda yaptığı bir seçim konuşmasında dile getirdiği ve uzun yıllar milliyetçi câmiada çok tutulan ve sürekli kullanılan “Türk-İslâm Sentezi” ifadesinden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ona göre sentez, homojen olmayan nesnelerin bir araya gelmesiyle oluşur. Sentez analiz edilebilerek ayrıştırılabilen bir oluşumdur. Halbuki Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İşte bu sebeplerle Arvasi Hoca, 1970’li yılların başından itibaren, Türkiye’yi yüceltecek ve gençliğimize benimsetilecek düşünce sisteminin adını “Türk-İslâm Ülküsü” olarak koymuştur. Hoca, aynı gerekçeyle, “kültür mozayiği” sözünden de çok rahatsızdı. Arvasi, Türk milliyetçilerinin, Türk-İslâm ülkücülerinin dâvasının, Allah ve Resûlünün dâvası olduğunu, bunun da “îlâ-yı Kelimetullah” dâvası olduğunu ve kıyamete kadar süreceğini savunuyordu. Aksini iddia edenlerin, ya Türk milliyetçilerini tanımadığını, ya da bühtan ettiklerini söylüyordu.”

Arvasi Hoca, İslâm’ın ve Türklüğün âşığıydı. Tarih boyunca bütün milletlerin putları, yani müşahhas ve maddi tanrıları olduğunu, halbuki Tanrının mücerret olduğunu söylüyordu. Bu konuda sık sık “Tarihte yontulmuş tanrısı olmayan bir millet vardır, o da Türk milletidir” derdi. Hem Müslümanlığı, hem Türklüğü ile iftihar ederdi. Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın bir yazısında dediği gibi, Arvasi Hoca, tıpkı 17. Yüzyılda yaşayan hemşehrisi müfessir Vanî Mehmet Efendi gibi düşünüyordu. Mehmet Efendi, yazdığı “Araisü’l-Kur’ân” isimli tefsir kitabında “Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur” der. Hoca sık sık “Oğuz’un çocukları” dediğinde gözleri ışıldar, sesi gürleşirdi.

Arvasi Hoca, Mustafa Kemal Atatürk’e, son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak saygı duyuyordu. Onun bu konudaki duygusunu, Savaştepe İlköğretmen Okulu’nda görev yaparken öğrencileriyle 23 Nisan 1962’de yaptığı Anıtkabir ziyareti sırasında Anıtkabir Özel Defterine yazdığı şu ifadede açıkça görmek mümkündür: “Cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Atatürkümüzün manevi huzurlarında millî ruh ve Türk şuurunun bütün imanını yaşadık.” (M. Ozan Semerci, Hatıraların Aydınlığında Seyyid Ahmet ARVASİ, s. 196-197)

ARVASİ’NİN TÜRKÇÜLÜĞE VE TURANCILIĞA BAKIŞI NASILDI

Ahmet Arvasi Hocanın milliyetçilik anlayışı, bütün Türklük dünyasını da kucaklıyordu ve bir anlamda Turancıydı. Henüz 17 yaşında bir delikanlı iken (1949) yazdığı “Özleyiş” isimli şiirinde, onu maziye ve ecdâda âşık ve Türklüğün muhteşem çağlarına özlem duyan bir yaklaşım içinde görüyoruz:

“Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor?/ Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?/ Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor/ Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebet?/ Kıbrıs’ın ayrılışı derd oldu içimizde/ Barbarosun sesini kaybettik Akdenizde,/Adalar yabancıda, dinmez dertleri bizde/ Balkanımız vatandan ayrıldı mı nihayet?”

Ahmet Arvasi Hoca, ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızla ilgilenmelerini ve onların kurtuluşu için mücadele etmelerini istemişti.

 Onun “Turan”a sevgisini şöyle anlatabiliriz:

Yıl 1960, mevsim ilkbahar. Savaştepe İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri okulun bahçesindeki çınar altında halay çekiyorlar.

Sırası gelen “Karadeniz üstünden horana bak horana” diyor ve buna kendi bulduğu kafiyeli bir cümleyi ekliyordu.

Sıra Arvasi Hocaya gelince ek cümle olarak “Karadeniz üstünden Turan’a bak

Turan’a” deyiveriyor. Kimse “Turan”ın anlamını bilmediği için şaşırıyorlar. Hafta boyunca girdiği bütün sınıflarda Hocaya Turan’ın ne olduğu soruluyor. O da dersin ilk 15-20 dakikasında, Komünist Rusya’nın Orta Asya’daki Türklere yaptığı zulmü anlatıyor. Türklük dünyasının hürriyete kavuşması ve Turan ülküsünün gerçekleşebilmesi için çok güçlü bir devletimizin olmasını, bunun için gençlerin çok okuyup ve çok çalışıp ülke kalkınmasında görev almaları gerektiğini belirtiyor.”

Arvasi Hoca, ‘biyolojik ırkçılık’ın parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığını, ‘ictimaî ırkçılık’ın ise birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşıdığını belirtirdi. Kültürel anlamda soy birliği şuurunu taşıyordu. Bu konuda Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör çizgisindeydi. Arvasi Hoca bir din âlimi kadar dinî bilgiye sahip olmakla birlikte din adamı değildi. Onun dinî ilimler alanındaki vukufiyetini, bir Müslümanın beşikten mezara hayatını ve 24 saatini, bir haftasını, bir yılını nasıl yaşaması gerektiğini anlattığı “İlm-i Hâl” isimli eserinde görmek mümkündür.

ARVASİ’NİN KÜRTÇÜLÜĞE VE DOĞU ANADOLU’YA BAKIŞI NASILDI?

Ahmet Arvasi Hoca, Doğu Anadolu çocuğu olmasına rağmen bölgeciliğe ve bölücülüğe kesin olarak karşıydı. Fakat, Hocanın insanlar üzerindeki büyük etkisini ve çevrenin genişliğini gören devletin istihbarat kurumları, Doğu Anadolulu olması nedeniyle onu yıllarca “Kürtçü” diye takip ettiler. Bu durumu Hoca da biliyordu, rahatsız oluyordu, fakat bu rahatsızlığını mümkün olduğu kadar çevresine hissettirmiyordu. Bu durum, Hocanın Türk milliyetçiliği inancını hiçbir zaman zedelemedi. Yalnız birçok görev için “mesela Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği gibi” önüne engel olarak çıkartıldı.

12 Eylülden sonra MHP Genel İdare Kurulu üyesi suçlamasıyla tutuklanıp dört aya yakın askeri cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz görülerek beraat ederek özgürlüğüne kavuştu. 1986 yılında bir gün Milli Güvenlik Kurulu, Doğu Anadolu gerçeğini anlatması için Hocayı Ankara’ya davet etti. Hoca davete icabet ediyor ve konuşmak için kürsüye geldiğinde haziruna, “Beni yirmi beş yıldır takip ettiğiniz bir Kürtçünün, bir Kürt milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini dinlemek için mi, yoksa bir Türk milliyetçisinin görüşlerini dinlemek için mi çağırdınız. Önce karar verin, ondan sonra konuşacağım” diyor ve susuyor. Ortalık buz kesiliyor. Bir Orgeneral kalkıyor ve diyor ki: “Hoca doğru söylüyor. Biz kendisini yıllarca Kürtçü diye takip ettik, büyük hata yaptık. Devletim adına kendisinden özür diliyorum. Biz kendisini bir Türk milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve tavsiyelerini almak için davet ettik. Buyurun Hocam, sizi dinliyoruz”. Hoca bundan sonra bu konudaki görüşlerini açıklıyor ve konuşmasının sonunda: “Siz Doğu Anadolu insanına güvenmiyorsunuz. Ama bu bölgenin çocukları da en az diğer bölgelerdekiler kadar vatanseverdir. Vatanını, imanını, namusunu korur. Yeter ki, siz onlara güvenin, görev verin destek olun” diyor. Koruculuk sisteminin bu tavsiyeden sonra hayata geçirildiği söylenir.

TÜRK GENÇLİĞİ MAZLUM MİLLETLERİN ÜMİDİDİR

Arvasi Hocanın milliyetçiliğinin duygu ve iman ayağından başka bir de maddi ayağı vardı.

Maddi ayağı, “muasırlaşmak”, yani çağdaşlaşmaktı. Hoca, Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” çizgisindeydi. Hem Türk milliyetçisi, hem Müslüman, hem de çağdaş olunabileceğine, muasır dünyaya öncülük edilebileceğine inanıyordu. Ne pahasına olursa olsun, mutlaka ilmî ve teknolojik üstünlüğü ele geçirmemiz gerekiyordu. Hoca bu konuda şöyle diyordu: “Bu milletin en büyük özlemi nedir biliyor musunuz? Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak. ”Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlaşmak” birbirine zıt düşen özellikler değil, aksine çağdaş Türk-İslâm Medeniyetinin yeniden doğuşunu gerçekleştirecek şartlardır.” Hoca, Türk gençliğine, kendi kökünden kopmadan, kendi kültür ve medeniyetinin değerlerini kaybetmeden, Türkiye Cumhuriyeti’ni “dünyanın bir numaralı devleti” haline getirme ülküsüyle yetiştirilmesinin önemli olduğunu belirtmiştir. Arvasi, Türk gençliğinin, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik olarak yetiştirilmesini istemiştir.

SONUÇ

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Seyyid Ahmet Arvasi, İslâm dinini çok iyi bilen, yorumlayan ve yaşayan samimi ve tavizsiz bir Müslümandı, din adamı değildi. İslâmın meşru çerçevesi içinde şuurlu ve idealist bir Türk milliyetçisiydi. Aynı zamanda aydın ve entelektüel bir insandı, ilimde ve teknolojide çağdaşlaşmayı, her alanda güçlü bir devlete ve zengin bir millete sahip olmayı, milliyetçiliğin bir gereği olarak görürdü. Ama onun milliyetçiliği sadece Türkiye Türklerine münhasır değildi. Bütün Türk ve İslâm dünyası ile insanlık âlemini de kucaklayan birleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahipti.