Annenin insanın en değerli varlığı olduğu tartışmasızdır. Gerçek yar, hakikatli yar anadır. Ana gibi yar olmaz. Her anne çocuğunu dünyaya getirir, büyütür, adam eder, mürüvvetini, torunlarını görür. Yine de görevini, sorumluluğunu sona erdirmez. Çocukları büyüse de annenin gözünde onlar hep çocuktur. Onlarla sevinmeyi, onlarla kaygılanmayı, onlarla üzülmeyi sürdürür.

Böyle bir anne olan annem Asiye Hacere Gedikli, 26 Eylül 2018 sabahı saat 05.45’te Akçaabat (Haçkalı Baba) devlet hastanesinde bu dünyadan göçtü. Rahmetli 2011 ocağında yüksek kan basıncından ötürü bir beyin kanaması geçirmişti. O zamandan beri hastaydı.

Annem 4 Mart 1929 doğumluydu. Köydeki (göbek adı) adı Asiye, resmiyetteki adı Haceredir. Hacere, Hacer kadın adının yöremizdeki söylenişidir. Arapçadaki kelime anlamı “taş”tır. Asiyenin anlamıysa “yaraları saran, merhem sürerek tedavi eden”dir.

Annem yaştaşı olan her Anadolu kadını gibi çilekeş, zahmetkeş bir hayat sürdü. Cumhuriyetin ilk yıllarında doğmuştu. Ülke henüz savaşların, isyanların haraplığından çıkamamıştı. Yoklukları, kıtlıkları gördü. Zorlukları, güçlükleri yendi. Ama ne iyi ki devletimizin en uzun barış döneminde yaşadı. 2’si kız, 9 çocuk doğurdu. 7’sini büyüttü. İki erkek çocuğu küçükken melek olup uçtu.

Dindardı. Küçükken bize “Salavat getirirseniz (Allahüekber, Lailahe illallah Muhammeden resulullah vb) yeşil kuşlarınız olur” derdi. Biz de yeşil kuşumuz olsun diye tespih ve zikrederdik.

Çok acıgan, çok merhametliydi. Çalışkandı. Sorumluluk sahibiydi.
Çocuklarına çok düşkündü. Her ana gibi onlara kol kanat gererdi.
Küçükken etrafında pervane olup eteklerine yapıştığımızı, yemek istediğimizi hatırlıyorum. Hemen ateşi yakar, suyu ısıtır, hamur yoğurur, sac ayağını ocağa atar, üstüne sacı koyardı. Alelacele, çarçabuk pideleri yayar, pişirirdi. Sonra sıcak pideleri sahanda tere yağıyla ezer, sumur veya yağlaş dediğimiz yağlı bir yiyecek yapardı.
Sıcak sıcak bunu yedikten sonra yoğurt veya ayrana sıcak etmek doğrardı. Çocukken ve açken her iki yemeğin tadına doyum olmazdı. Ne iştahla yerdik!?. Hele bu yiyecekler otlukli etmek dediğimiz biçimde yapıldıysa. Köy yemeklerinden en çok sevdiğim otlukli etmektir.
Otlukli etmek pırasa, lahana, pazı, bezelye, kimileyin taze fasulye ve taze kabak yaprağı, zahtariza tepesinden yapılır. Bunlar dilindikten sonra una katılır ve hamur yoğrulur. Bu etmeğin sumuru, yoğurt veya ayrana doğranıp yenmesi kadar güzel bir yemek olduğunu hala bilmiyorum.

5-6 yaşlarındayken gün doğumuyla kalkmış, annemle yayla yollarına düşmüştük. Annem yeni çarıklarını giymişti. Ona çok yakışmıştı. Annem o zaman genç ve güzel bir gelindi. Henüz 30’lu yaşlarının başındaydı.
Dün görmüşüm gibi bu resim karesi bütün netliğiyle bugün de gözlerimin önündedir.

Yine 5-6 yaşlarındaydım. O zamanlar Hıdırın  - kıranı (Hıdır’ın
mahallesi) denilen mevkideki evimizdeydik. Babam başka bir yere dikmek için bir fulambur (ıhlamur) fidanını toprağından söküyordu. Anneme bunu haber verince şöyle dedi: “Git babana de ki, ben büyüyünce burada oturacağım. Fulambur fidanını koparma.” Ben de dediklerini ben düşünmüşüm gibi babama aynen naklettim. Sözlerim babamın çok hoşuna gitmiş olacak ki, babam ıhlamuru koparmayı (sökmeyi) bıraktı. Bu da aklımda kalan anılardan biridir.

8-10 yaşlarında Küçükoba adındaki yaylamızın Tepe mevkisinde (mevkiinde değil) genç bir külken ağacının (kayın ağacının yöremizdeki
adı) dallarını elimle kırmıştım (Bu dalları ineklere yedirirdik).
Köyün bekçisi beni yakalamış, dövmüştü. Ağlamıştım. Annem bekçiye sert bir şekilde çıkışmıştı. Onun bu davranışı, beni koruması çok hoşuma gitmişti. Öyle ki olayı hala hatırlıyorum.

Çocuk yaramazlığıyla küçükken annemin her dediğini yapmazdım. İlk okulun ilk sınıflarında bir gün benden çali (yanacak odun) istedi. Ben hemen gittim getirdim. “Sen dediğimi hemen yerine getirmezdin” dedi.
Ben de “Bugün anneler günü” dedim. Çocuk aklımla anneler gününde ona bir jest yapmıştım.

Yine bir gün yaramazlık yaptığım için annem beni biraz okşamıştı!..
Ben ağlamaya başladım. Ama her zaman olduğu gibi “oy nenem, oy nenem”
diye değil de “oy babam, oy babam” diye ağlamak istiyordum. Güya neneme (anneme) kızmıştım. Ama ağlarken şaşırıp yine “oy nenem, oy nenem” diyordum.

Köyümüzde anneye nene derdik. Nadiren abla diyenler de vardı. Tabi sonradan anne sözü nene sözünün yerini aldı. Fakat ben anneme hep nene diye hitap ettim (Kerkükte, Anadolunun bir çok yerinde de nene denir.
İran Safevi sarayında da nene denirdi. Nene Hatunda, Şehriyarın Nenekızında görüldüğü gibi nene kadın adı olarak da kullanılır).

Çok düşünceliydi. Felsefi sözleri vardı. Bunlardan biri “insanın dünyaya gelmesi en büyük şereftir” sözüydü. “İnsan çok zalımdır”
derdi. Bununla insanın çok güçlü, çok önemli, çok iradeli bir varlık olduğunu, çok şeylere kadir olduğunu anlatmak isterdi. Başka deyişle bilmeden, farkında olmadan hümanist felsefenin özünü anlatmıştı. Yine “karnın doymadığı yerde açlığını beyan etme” derdi.

Kelime haznesi çok zengindi. Bir çok kelimeyi ondan işittim, ondan öğrendim. Okumamızda yarlıganmış (rahmetli) babamın rolü kadar onun da rolü vardı.

Ben de anneme düşkündüm. Çocukken uzun gecelerde uykumu aldıktan sonra uyanır, “annem ölürse ne yaparım?” diye korkardım. 40’lı, 50’li yaşlarımda bile “annem, babam ölse ne yaparım?” dediğim olmuştur.
Sonra babam rahmetli olunca “Nasıl bu kadar sakin olabiliyorum diye?”
kendime şaşmıştım. O zaman da şöyle teselli bulmuştum: “Ben de öleceğim. Herkes ölecek.”

Köyde ufak yaşlardan itibaren her türlü işte çalıştırılırdık.
Çalışırken doğal olarak acıkır, yemeği dört gözle beklerdik. Yemek biraz gecikirdi. Çünkü annem ineklerin öğle yeygilerini verecekti.
Sonra evin öbür işlerini görecek, yemek hazırlayacak, en az 1.5 kilometrelik yolu yürüyecekti. Dolayısıyla yemek ister istemez gecikirdi. Bizler ise ziyadesiyle acıkırdık. Bir de annem sırtında sepet, ellerinde meştebe (maşrapa) ve bakraçla çıkagelirdi. Sevinir, hemen oturur, yemeğe koyulurduk. Yorgun, aç olarak açık havada yemek yemek kadar güzel, hoş bir şey olamaz. Açık havada, güzel ve hoş manzaralı yerlere bakarak yemek yemek ve sonra yine açık havada namaz kılıp Tanrıya şükretmek kadar mutluluk verici bir şey olamaz.

Her yazın köye gittiğimde en az iki, bazen üç, kimileyin dört hafta kalırdım. Küçükken her işle uğraştığımız için köyün her işinden anlarım. Çayır kesmek, yaprak etmek (ağaç budamak), elma koparmak (patates sökmek), lağıst (mısır) dikmek veya kesmek, fındık toplamak ve daha bir çok ufak tefek işlerle… Büyük kentin kalabalıklığından, sıcağından, gürültüsünden, sıtresinden kaçar, köye sığınırdım. İşim olmayınca kente inmezdim. Dönüşte annem “Nasıl yollayacağız seni”
derdi; “Ne güzel alışmıştık sana?” Ayrılık zor gelirdi.

2000, 2001 yıllarında da köyde epey işler görmüştüm. Dönerken rahmetli babam ağlıyordu. Önce bunun sebebini anlayamamıştım. “Herhalde çok işler yaptım” diye ağlıyor sandım (2000 yılında köyde bir çeşme yaptırmıştım, böylece ailemizin su sorununu çözmüştüm, evin eksik gedik yerlerini onartmıştım). Sonra bunun nedeninin babamın bir daha beni görememe düşüncesi olduğunu anladım.

Her yazın köye gittiğimde hep şöyle düşünürdüm: İnsanlar yerlerinden yurtlarından, köylerinden kentlerinden ayrılmasalar, annelerinin, babalarının yanında yaşasalar, onlarla yaşlansalar ne iyi olurdu? Ana babalar oğullarıyla, kızlarıyla, torunlarıyla bir arada, hiç olmazsa yakın mesafelerde bulunsalar ne yahşı olurdu? Ana baba özlemi, oğul uşak hasreti olmazdı. Günümüz koşulları nasıl parçaladı aileleri, sülaleleri, boyları, elleri, obaları, oymakları. Hatta ulusları.

Annem “Buraları ıssız bırakmayın” derdi. “Buraları ot, diken, siran
(ısırgan) basmasın, bürümesin” derdi. “Eller yesin buraları, yine de ıssız kalmasın” derdi. Gerçekten ıssızlık ne korkunç, ne hüzünlü bir şeydir?!. Bir evin sahiplerinin ölmesi, o evin yıkılması, harap olması, evi otların, dikenlerin, siranların bürümesi ne hazindir!.
Tanrı ırak eylesin! Ocağın tütmesi, çocukların etrafta şen şakrak oynaması, etrafı şenletmesi ne hoştur?!.

Söz bu noktaya gelince Karadenizli bir sanatçının türküsünü, daha doğrusu ağıdını yazmak istiyorum. Karadeniz halk müziği Türkiyemizin en güncel, en dinamik, en üretken halk müziğidir. Bu, Karadeniz insanının belki deniz dolayısıyla dünyaya açık olmasından kaynaklanmaktadır.

Sözünü ettiğim sanatçı Çayelili merhum Mustafa Sırtlıdır (1957  - 2012). Ağıdının adı da “Baktum, ağladum”dur. Ağıt yukarıda yazdığım hususları; boşalmış yaylaları, obaları, köyleri, tütmeyen bacaları öyle güzel anlatıyor,  o kadar hoş yansıtıyor ki, ancak bu kadar olur.

Sözlerini Adem İmdat Kesici yazmış, müziğini Mustafa Sırtlı yapmış ve okumuş. Merak edenler parçayı Karadeniz müziği yayınlayan televizyon kanallarından veya bilgi ağından dinleyebilirler. Bilgi ağından dinleyenler yorumları, duyguları, düşünceleri de okuyabilirler. Ağıt şöyledir (Özgün şiveyle):


BAKTUM, AĞLADUM


Bugün köye çiktum eski evuma

Kapidan içeri baktum, ağladum.

Anam babam geldi gene akluma

Dertli yüreğumi yaktum, ağladum.


Rütübetli, çürük eski halilar,

Ne iskemi kalmış, ne de palilar!

Paslanmiş kuzina, islak çalilar,

Nemli kibritleri çaktum, ağladum.


Her tarafı sarmiş örümcek aği,

Ahırinda kalmış siğırın baği,

Ateşluğun bitmiş küli, ocaği,

Zinciri yukari taktum, ağladum.


Duvarda asili babamın mesi,

Kedilere kalmiş tağuk kümesi.

Karşiladi beni yağmurun sesi

Kırilmiş camlara baktum, ağladum.


Baktuğum yerlere gözlerim daldi,

Hatira eşyalar yıllari çaldi.

Bomboş odalarun sesleri kaldi,

Oturduğum yerden kalktum, ağladum.


Herkes bir tarafa ayrılmiş gitmiş,

Sahipsiz kalınca çati akıtmiş.

Köydeki hayatım ne çabuk bitmiş,

Bütün anıları yıktım, ağladum.


Sanki bu ev bana feryat ediyor,

Baba ocaği bu, “gitme, kal” diyor.

Şehirin çilesi beni bekliyor,

Kapidan dişari çiktum, ağladum.


Köyümden ayrıldım dertli, yarali,

Kaderim gülmedi, bahtum karali.

Çok zoruma gitti dünyanun hali,

Yaşumi yollara döktüm, ağladum.

Anacığım! Mekânın uçmak olsun. Amin! Tanrı hiç bir yeri ıssız bırakmasın. Amin!

NOT : 3 Ekim 2018 günü saat 18.00’de eşim Güzinle Akçaabat'tan otobüse bindik ve 17 saat, 51 dakikalık (yaklaşık 18 saatlik) bir yolculuktan sonra 4 Ekim 2018 günü saat 11.51’de Esenler otogarına indik. Ben eve uğramadan doğruca Zincirlikuyu camisine (camiine değil) gidip 3 Ekim'de ölen gazeteci Ahmet Güner Elgin’in cenazesine katıldım. Rahmetli 1997’de Günaydın gazetesinde benim Şehriyar ve Bütün Türkçe Şiirleri kitabım hakkında kendiliğinden bir yazı yazmıştı. Yazının çıktığını bana rahmetli Necdet Sevinç ağabey haber vermiş ve “Ahmet Güner kolay kolay kitap beğenmez” demişti. Yazının kendiliğinden yazılması ve onun “kolay kolay kitap beğenmez” oluşu makaleyi daha değerli kılmıştı.
Yeri uçmak olsun.