Bundan yıllarca önce, gençlik dönemimizde Osmanlıyı eleştirerek şöyle derdik:

Osmanlılar Cezayir'de 1517’den 1830’a kadar, onca yıl, tam 313 yıl kaldılar. Türkçeyi öğretemedikleri gibi gönderdiğimiz memurlarımız ve askerlerimiz de Araplaştı. Fransızlar orada bizden çok daha az, 1830’dan 1962’ye değin 132 yıl kaldılar. Fransızcayı öğrettikleri gibi kendi memur ve askerleri de Araplaşmadı, tam aksine Araplar Fransızlaştı. Aynı söylem Tunus, Libya, Mısır, tüm Arap ülkeleri, tüm Doğu Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Örneğin Bulgaristan'da 500 yıldan fazla kaldık. Bu hiç de az bir süre değil ama Bulgarlara Türkçeyi öğretemedik. Makedonlara, Yunanlılara, Sırplara, Hırvatlara, hatta Müslümanlaşan Arnavutlara, Pomak ve Boşnaklara bile.

Neden acaba? Neden Türkçeyi öğretemedik?

Bu soruya günümüzde de sık sık muhatap oluyoruz. Sohbet ettiğimiz bazı arkadaşlar, genç, yaşlı hâlâ aynı soruyu soruyorlar.

Kimileri bu soruya karşı “Osmanlı kimsenin diline, dinine, örfüne adetine karışmadı; ondan dolayıdır” diye bir sav ileri sürebilir.
Ancak bu doğru değildir. Hatta şöyle bir karşı sav da gelebilir:

“Osmanlı kimsenin diline, dinine, örfüne adetine karışmadığına göre daha çok sevilmeli, daha çok sayılmalı; bundan ötürü Osmanlı'nın dilinin, dininin benimsenmesi gerekmez miydi?” İlk savın aksine bu savın kısmi doğruluğu şuradan bellidir ki, Osmanlı yönetiminden memnun kalan Arnavut, Boşnak, Pomak gibi bazı unsurlar Müslüman olmuşlardır.
Bununla birlikte bunlar dahi Türkçe öğrenmemişlerdir. Demek ki Türkçeyi öğretemeyişimizin nedenleri başkadır.

Neden Türkçeyi kabul ettiremedik? İşin gerçeği, iç yüzü nedir?

Her şeyin yanıtı düşünmede yatar. Düşünürseniz soruların cevabını, sorunların çözümünü bulursunuz. Yalnız düşünmek var, düşünmek var.
Bilgi olmadan düşünürseniz bulacağınız cevap ya eksik ya yanlış olacaktır. Hatta belki de hiçbir cevabınız olmayacaktır.

Osmanlı iktisadi sisteminin gelenekselliği

Tarih ve sosyoloji bilgimizle düşününce yukarıdaki sorunun yanıtını buluyoruz. Şöyle ki:

Osmanlı Cezayire egemenliğine aldığında orayı İstanbul'dan yolladığı asker ve memurlarla yönetmiş, bir miktar vergi almakla yetinmişti.
Daha fazlası Osmanlıya lazım değildi. Çünkü Osmanlı iktisadi sistemi geleneksel bir iktisadi sistemdi. Her şey yüzyıllar önceki dinginlikte devam edip gidiyordu. Avrupa'nın artık göze çarpmaya başlayan ilerlemesi Osmanlı ülkesinde ve halkında bir kımıldamaya bile yol açmamıştı (Sonradan Osmanlı, öz Türk yurtları olan Balkanları kaybetmekle bunun acısını ağır ödeyecektir).

Aynı geleneksel iktisadi sistem, Cezayir'de de mevcuttu ve bu sistem de yüzyıllardan beri süregeliyordu. Osmanlı 1517 ile 1830 arasında Avrupa gibi bir ilerleme kaydedemediği için kendi geleneksel iktisadi sistemini kıramadığı gibi, Cezayir'in geleneksel iktisadi sistemini de kıramamıştı. Her ikisi ayrı dünyalarda, kendi dünyalarında yaşıyordu.

Bunun doğal sonucu olarak Cezayir'deki Osmanlı idaresi halkla doğrudan temasa geçemiyordu. Geleneksel Osmanlı iktisadi sistemi böyle bir ilişkiye imkân tanımıyordu. Osmanlı'nın ham maddeye ihtiyacı yoktu.

Ekonomisinin böyle bir talebi, ihtiyacı yoktu. Liman yapmıyor, demiryolu inşa etmiyor, fabrikaya, imalathaneye gereksinmiyordu.

Dolayısıyla halkla yoğun ilişkisi de olmuyordu. Dili öğretmek ve öğrenmek içinse karşılıklı ilişki gerekir. Osmanlı halkla herhangi bir şekilde ilişki kurmadan, temas etmeden Türkçeyi nasıl öğretecekti ki?

Hal böyle iken karşı taraf da Türkçe öğrenmeye ihtiyaç duymuyordu.

Dolayısıyla dilimizi öğretemiyor, üstüne üstlük Anadolu Türkümüz, Arap çoğunluğun ortasında yok olup gidiyordu.

Peki Fransa ne yapmıştı? Fransa 1517’den 1830’a değin hayli değişmiş, ilerlemişti. Cezayir'e zamanın ileri silahlarıyla, moderin gemileriyle ve güçlü bir maliyeyle gitmişti.

Fransa 1830’da Cezayir'e ayak bastığında Osmanlı'nın geleneksel üretim ve egemenlik araçlarının çok ilerisindeydi. Tabi ki bu, sebepsiz değildi.

Fransa'nın ve Avrupanın ilerlemesi

1453’ten sonra Avrupada bilim ve teknik yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştı. 1600’lere değin epey bir ilerleme olmuşsa da bu tarihte Osmanlıyla Avrupa birbirine denk sayılabilir (Osmanlı'nın Avrupa'ya karşı kazandığı son savaş, 1596’da Avusturyalıları yendiğimiz Haçova meydan savaşıdır).

Avrupa'da her gün yeni bir icat, yeni bir keşif yapılıyordu. Her yeni icat ve keşif, yeni bir icat ve keşife yol açıyordu. Bu böyle zincirleme devam edip gidiyordu. Dolayısıyla Avrupa ilerliyordu. Hepsinden önemlisi şuydu: Avrupa'nın ilerlemesi dünyanın daha önceki uygarlıklarının hiçbirine benzemiyordu. Bu yeni uygarlıkta makine denilen yeni bir olgu vardı. Her şey makineyle (araçla, aracıyla) yapılıyordu. Başka deyişle sanayi devrimi denen ve dünyayı alt üst eden yeni bir hareket doğuyordu.

Sanayi devrimine germi veren İskoç James Watt’ın (1736-1819), buhar makinesini sanayiye uygulaması olmuştur. Bundan sonra Avrupa'nın Osmanlı'ya ve Asya'ya üstünlüğü nihai olarak başlamıştır ve halen sürüp gitmektedir.

Amerikalı Robert Fulton (1765-1815), 1803’te ilk buharlı gemiyi icat etti. İngiliz George Stephenson (1781-1848), 1829’da ilk buharlı lokomotifi icat etti. Bunların biri denizde, öteki karada geleneksel deniz ve kara taşıtlarını ıskartaya çıkarttı.

Cezayir'deki Fransız egemenliği

Fransa, Cezayire zamanının moderin gemileriyle (belki buharlı gemilerle) gitti. Bunun için moderin limanlar yaptı. Ülkeyi tam hakimiyetine aldıktan sonra kara yolları, demir yolları inşa etti.

Maden ocakları açtı. Şehirlere meydanlar, caddeler, çeşitli binalar inşa etti. Fabrikalar, atölyeler, imalathaneler kurdu. Bazen ham madddelerin yerinde işlenmesi daha iktisatlı oluyordu yahut da bazı ham maddeler ıslah edildikten sonra naklediliyordu.

Bunları niçin yaptı? Sadece güllük gülüstanlık, sorunsuz bir yönetim kurmak için değil. Fransız ekonomisi için. Çünkü Fransız ekonomisi ham madde talep ediyor, yani Cezayir'deki ham maddelere gereksinim duyuyordu. Oradaki ham maddeleri taşımak içinse en kolay ve rantabıl iki yol, demir yolu ve deniz yoluydu ki her ikisi günümüzde dahi önemini yitirmemiştir.

Saydığımız bayındırlık işlerini Fransız yöneticileri, mühendisleri, teknisyenleri yaptı ama buralarda çalışan işçiler yerlilerdi. Yani teknik terimle Fransızları Cezayir'in ham maddelerini Fransa'ya götürmeleri, siyasal terimle onları sömürmeleri yerlilere de yarıyordu. Onlar da bu işten para kazanıyorlardı ve bazıları daha iyi bir hayat sürüyordu. Ayrıca söz gelimi bir makinenin çalışmasını öğreniyorlardı. Bu, işgalcilerle işbirliğini getiriyordu ki bu duruma işbirlikçi (komprador) burjuvazi adı verilir. Adı üzerinde işbirlikçiler, işgalci rejimle ortak çalışıyordu.

Peki yerliler Fransızlarla hangi dille anlaşıyordu? Tabi ki Fransızca. Fransızların pek çok yönden üstün konumu yerli halkın Fransızcayı kendiliğinden, adeta zorlama olmaksızın, zecri olarak öğrenmesini ve konuşmasını sağlıyordu. Dolayısıyla herhangi bir zorlamaya gerek kalmadan yerliler Fransızca öğreniyor, şakır şakır Fransızca konuşuyor, işbirlikçi kent soylu (burjuvazi) ise yerliyi küçümseyip Fransız gibi oluyordu. Doğanın yasasıdır: Güçlü (devlet, toplum, kişi), kendisinden daha zayıf olanı (devleti, toplumu, kişiyi) kendisine çeker.

İşte Fransızlar'ın Fransızcayı öğretmelerinin ana dinamiği budur. Bu olgu İngiliz, İspanyol, Portekiz, Belçika, İtalyan, ABD, Rusya (Sovyetler), Çin ve diğer ülkelerin egemenlikleri altındaki ülkeler için de aynıdır (Bu ülkelerin sömürdüğü ve sonra bağımsızlaşan ülkelerden kalkan ilk uçak egemen devletin başkentine gider. Çünkü sosyo-ekonomik, kültürel, askersel hatta siyasal yönden hâlâ eski efendilerine bağlıdırlar).

Fransız ekonomisinin ham maddeyi işledikten sonra elde ettiği malı (ürünü) pazarlaması gerekiyordu. Pazarlamak için bütün dünya ülkeleriyle beraber sömürge ülkelerine sevkiyat yapıyordu. Bu sevkiyat gümrüksüz olduğu için ucuz oluyordu. Yerli halk bunu yeğliyor, bu da yerli zanaatı öldürüyordu. Krş. 1838 Türk-İngiliz ticaret anlaşmasıyla.

Hakimiyet sadece siyasal, askersel ve ekonomik değildi. Kültürel egemenlik de bunlarla atbaşı gidiyordu (Örneğin hıristiyanlık propagandası vb.).

Durumu daha iyi anlatmak için Cumhuriyet Türkiyesi'nden örnek vermek isteriz. Ülkemizin güneydoğusundaki Zaza ve Kırmanç halkları, Osmanlı devrinde öğrenemedikleri Türkçeyi Cumhuriyet Türkiyesi'nde öğrendiler.

Çünkü Cumhuriyet onları karayollarıyla, demiryollarıyla fabrikalarla, okullarla, kısaca ekonomik ve sosyo-kültürel olarak Ankara'ya bağladı (Halbuki Osmanlı döneminde Kırmançlarla, Soranlılarla yan yana yaşamış olan Türkler'in bir kısmı nüfus baskısı vb. sebeplerle Kırmançlaşmış, Soranlılaşmıştı. Doğu Anadolu'da, Irak'ta hatta İran'da böyle olmuştu).

Son olarak Karl Marx’ın bir vargısını yazmamız gerekir: Marx olaylara diyalektik, yani çift taraflı baktığı için doğru olarak ve özetle şöyle der:

“Sömürgeci güçler, evet halkları ve ülkeleri sömürmüşlerdir; lakin aynı zamanda o ülkelerde yol, köprü, liman, fabrika, imalathane de yapmışlardır. Bu durum sömürülen ülkelerde işçi sınıfının, ulusal kent soylu (burjuva) sınıfının oluşumuna, halkın sömürgeci güce karşı uyanışına, ulusal bilincin meydana gelmesine sebep olmuştur (Marx’ın öğretisinin adı diyalektik materyalizim veya eytişimsel özdekçiliktir)."

Sonuç olarak tekrar baştaki soruya veya sorunsala dönersek, sanırız Osmanlı'nın Cezayir'de Türkçe'yi neden öğretemediğini, Fransa'nın neden öğrettiğini anla(t)mışızdır. Gösterdiğimiz üzere Osmanlı ve Fransız yönetimlerinin farklı sonuçlara yol açması doğaldı. Çünkü her ikisi birbirinden çok farklı iktisadi sistemlere maliklerdi. Osmanlı gelenekseldi (durağan), F'ransa moderindi (dinamik).