Önümüzdeki 23 Temmuz 2017 günü Lozan antlaşmasının 94. yıldönümünü kutlayacağız. Lozan (Lausanne yazımı gereksizdir) bugüne değin çok tartışıldı, çok eleştirildi. Tartışmalara, eleştirilere Türkiyeyi yöneten başkanlar dahi katıldı. Bu nedenle muhtemelen tartışmalar, eleştiriler tekrar başlayacak. Lozan’da haklarımızın korunamadığından, Misak-ı Millinin gerçekleştirilemediğinden, daha birçok başarısızlıklardan söz edilecek. Lozanın gizli maddelerinin olduğu söylenecek. Tartışmalar, eleştiriler uzayacak, yıllara yayılacak, sürüp gidecek. 

Acaba Lozan bu tür olumsuz eleştirileri hak ediyor mu? Bunu anlamak için önce Lozan zamanındaki Türkiye’yi göz önüne getirelim: 1911’den 1922’ye değin 12 yıl süren bir savaşlar dizisi. Bunun 4 yılı bütün dünyanın katıldığı yıkıcı Birinci Dünya savaşı. Sonuçta zafer kazanmış bir ulus. Fakat her yönüyle geri kalmış bir ülke. Yanmış, yıkılmış bir yurt. “Fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş” bir halk.

Karşıda kim var? Hemen bütün dünya. O kadar ki Lozana giden heyeti kimse karşılamıyor. Kendisine eşit davranılmıyor. Şartlar dikte ettirilmeye çalışılıyor. Atatürkün dediği gibi “Konferansta asırlık hesaplar”, “üç dört yüz senelik hesaplar görülüyordu.” Bunlara rağmen didişe didişe, çekişe çekişe elde edilmiş bir zafer, bir kazançlar dizisidir Lozan. En başta bağımsızlık, kapitülasyonların kaldırılması, yeni devletin bütün dünyaca kabulü. Birbirine bağlı bu sonuç bile Lozanın zafer olarak nitelenmesine yeter de artar. 

Bütün bunların elde edilmesinde birincil rol İsmet Paşa (İnönü)’nındır. Öyle ki daha sonraki Musul görüşmelerini bizzat İsmet Paşa yürütse sonuç kuşkusuz daha farklı olurdu.

Türk heyetinin Lozanda ne kadar direndiği, elinden geleni yaptığı konferansın 4 Şubat 1923’te kesintiye uğramasıyla da sabittir. Her şey karşı tarafın istediği gibi olsaydı, görüşmeler kesilir miydi? Türk tarafının ne kadar direndiğini buradan da anlamak kabildir. 

Misak-ı Milliye gelince, Lozan’da belli başlı amaçlardan biri Misak-ı Millinin gerçekleştirilmesiydi. Misak-ı Milli nedir? Mondros ateşkesinin imzalandığı 30 Ekim 1918’de Türk ordularının bulunduğu sınır hattıdır. Güneyde sınır hattı nereden geçiyordu? İskenderunun güneyinden Kerkükün güneyine çekilen hattan geçiyordu. Misak-ı Millinin içinde Batum da vardı.

Peki Lozan’da buralar elde edilebildi mi? Edilemedi. Misak-ı Milli tam olarak gerçekleştirilemedi. Şahsi hayatımızda her istediğimizi elde edemediğimiz gibi toplumlar ve devletler de her istediklerini elde edemiyorlar. Yunanistan Megalo İdeayı, Ermenistan Büyük Ermenistanı, İsrail Büyük İsraili, Suriye Büyük Suriyeyi, Mısır veya Irak Arap birliğini gerçekleştirebildi mi? Rusya sıcak denizlere inebildi mi? Turan kurulabildi mi?

Türkiye 1939’da Misak-ı Milli içindeki İskenderunu (Hatayı) geri alabildi; Musul-Kerkükü alamadı. Bununla birlikte Misak-ı Milli içinde olmayan Kıbrısın yüzde 37’den fazlasını fiilen ele geçirdi. İlle de ele geçirmek amaçlanırsa, akılla gitmek koşuluyla Musul-Kerkük de ele geçirilir. Akılla gidilmezse, Suriyenin kuzeyi de kaybedilebilir. Hem de öyle kaybedilir ki Kerkükten bile söz edilemez. Yani Türkiyenin Suriyeye olan müdahalesi, Suriyedeki barışı ortadan kaldırmaktaki rolü kendisine Kerkükü kaybettirdi. Ek olarak Kuzey Irak yönetiminin bağımsızlık oylaması kararını vermesine yol açtı. İşte hatalar böyle oluyor. Akla uygun olmayan bir şey yapılıyor, karşılığında ortadan kaldırılamayacak kayıplara yol açılıyor. Dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olunuyor. Maddi ve pisikolojik yitikleri söylemeye gerek yok. Neden böyle oluyor? Çünkü akılla değil, ideolojiyle, duygularla gidiliyor. Halbuki 21. yüzyılda ideolojilerin ömrü ancak bir kaç saat, belki bir kaç gün, belki bir kaç aydır.

Adalar için de Lozan çok tenkitlenmiştir. Adalar Osmanlı zamanında, 16 Kasım 1913’te, büyük devletlerin kararıyla sözlü olarak Yunanistana bırakılmıştı. 1914’te Londradaki Büyükelçiler konferansında Gökçeada (İmroz), Bozcaada ve İtalya işgalindeki Meis Osmanlılara verilmişti. Bu kararlar anlaşmayla sonuçlanmadan Birinci Dünya savaşı çıktı. Oniki ada ise o tarihte İtalyan işgalindeydi. Osmanlı Oniki adayı 1912’deki Uşi anlaşmasıyla hukuken almıştı ama bunu fiilen uygulamaktan acizdi; Balkan savaşı esnasında adaların Yunan işgaline geçmesindense İtalya işgalini ehven-i şer görüyordu. İkinci Dünya savaşında Almanlar çekilirken adaları Türkiyenin işgal etmesini istediler. Türkiye doğru olarak buna yanaşmadı. Almanlar galip değillerdi ki, mağluptular. Mağlubun sözünün ne önemi vardı? Türkiye adalara çıksaydı, muhtemelen Sovyetler doğudan Türkiyeye müttefik olarak (güya yardım gayesiyle, işgalci olarak değil) gireceklerdi. Çünkü Türkiye Müttefikler safında savaşa girmiş olacaktı, öyle sayılacaktı (Lütfen İkinci Dünya savaşının evreleri okunsun. Türkiyenin her iki tarafla nasıl dans ettiği öğrenilsin). Sovyetler belki girmezlerdi? Devlet yönetiyorsanız her olasılığı düşüneceksiniz. Çünkü milyonlarca insanın sadece şimdiki anı değil, geleceği söz konusudur. Daha  sonra 1947’de Paris antlaşmasıyla Oniki ada Yunanlılara verilmiştir. Türkiye Paris konferansına iki kez çağrılmasına karşın gitmemiştir. Gitseydi Meis mutlaka, İstanköy muhtemelen Türkiyeye verilecekti. Türkiyenin gitmemesi bir hataydı. Devletleri de insanlar yönettikleri için devletler de hatadan masum değillerdir. Türkiyenin gitmemesinin sebebi kendisine bazı adaların verilebileceği, bunun karşılığında Sovyetlerin “sen batıda ada aldın, toprak aldın, doğudaki şu yerleri bana terk et” korkusuydu. Halbuki gidersiniz, adaları alırsınız, sonra “şu yerleri bize bırakın derlerse ne alırız, ne veririz dersiniz” olur biter!..

Şunu da belirtmeliyiz: Osmanlı atalarımızın kıyılarımıza yalnızca 800 metre ıraktaki Meis adasını bile Türkleştirmemeleri (Türkleştirememeleri demiyoruz, istenseydi kolayca başarılabilirdi), ayrıca İstanköy, Sakız, Midilli ve diğerleri için de aynı işlemi yapmamaları büyük bir hataydı.

Adalar deyince 10-15 yıldan beri Adalar denizindeki bazı adalarımızın Yunanlılar tarafından işgal edildiği yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor. Bunlar muhtemelen sıtatüsü belirlenmemiş adalar, adacıklar, kayalıklardır. Ufak da olsa kayalıklar bile çok önemlidir. Çünkü ufak kayalığın kara suyu, hava sahası, kıta sahanlığı, dolayısıyla deniz içi, deniz altı, deniz üstü servetleri söz konusudur. Şimdi insanın şöyle diyesi geliyor: Hadi Lozan’da adalar alınmadı, alınamadı, şimdi adaları niye almıyoruz, alamıyoruz; tam aksine veriyoruz. Üstelik Türkiye Lozan dönemiyle karşılaştırılamayacak derecede güçlü. Konuşmak kolay, suçlamak, eleştirmek kolay. Ama yapmak zor… İspatı önümüzde…

Lozan’da ulusal çıkarlarımıza göre tam olarak çözülemeyen Boğazlar sorunu, 1936’daki Montrö anlaşmasıyla çözülmüştür. Devlet dediğin böyle olur. Yeri gelince 1936’da Boğazlar sorununu halleder, 1939’da İskenderunu alır, 1974’te Kıbrısın üçte birinden çoğunu fetheder. Şimdi ada, adacık, kayalıkların, Kuzey Suriyenin (Kuzey Suriye Misak-ı Milli içindedir) ve Kerkükün alınmasını ve KKTC’nin tanıtılmasını bekliyoruz?!.
Özetle Lozan bir zaferdir, başarıdır… Hem de büyük bir zafer, büyük bir başarı…