1. Kutadgu Bilig hakkında araştırma yapmaya neden ihtiyaç duydunuz?
 
2006 yılında Baküde bir konferansta bulunduğumuz sırada TDK başkanı sayın Ş. H. Akalın “Türkçeye emek verenler” adında bir puroje yaptıklarını, benden de yararlanmak istediklerini belirtmişti. Ben de “elimden geleni yaparım” yanıtını vermiştim. Bundan bir kaç ay sonra gönderilen bir listede kimleri yazabileceğim soruldu. Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmut, Alişir Nevai vb. kişileri yazabileceğimi söyledim. Gelen yanıtta Yusuf Has Hacibi yazmamı, 2007’nin mart sonunda teslim etmemi istediler. Bunun üzerine Yusuf Has Hacib ve Kutadgu Bilig yapıtımı kaleme aldım ve belirlenen tarihte teslim ettim.
Yapıtım bundan sonra yaklaşık beş yıl raportörde bekledi. Niçin bu kadar beklediğini anlamak mümkün değil. Sonunda olumlu rapor geldi. Kurumla basım için anlaşma yaptık. Fakat kitabım basılmadı. Yani tesliminden 9 yıldan fazla bir süre geçmesine karşın basılmadı. 29 Temmuz 2016 tarihli dilekçemle TDK’den eserimin serbest bırakılmasını istedim. Ekim ayında verdikleri cevapla isteğim kabul olundu. Ben de kitabı Boğaziçi yayınlarında bastırdım.
Bildiğiniz gibi Kutadgu Bilig MEB’in öğrencilere tavsiye ettiği 100 temel eser içindedir.
 
2. Yusuf Has Hacib yapıtını 1089-1070 yıllarında kaleme almıştır. Bu tarihten sonra benzer eser yazan başka Türk aydınları var mıdır?
 
Yusuf Has Hacibin yapıtı olan Kutadgu Bilig “mutlu olma bilgisi” anlamındadır. Yapıt bir siyasetnemedir. Siyasetnameler devletin nasıl yönetileceğini ve insanların nasıl mutlu olacağını ortaya koyan kitaplardır. Osmanlılarda Türkçe yazılan siyasetnamelerin başlıcaları Şeyhoğlu Mustafanın Kenzül Kübara’sı, Lütfi Paşanın Asafname’si, Gelibolulu Alinin Nasihatül Selâtin’i, Nergisînin el Vasful Kâmil fi-Ahvâli Vezîrül Âdil’idir.
Şeyhoğlu Mustafa 1340?-1409? arasında Kütahyada, Germiyan oğulları sarayında yaşamıştır. Yazdığı Kenzül Kübera Anadoluda yazılan ilk, Kutadgu Biligden sonra yazılan ikinci Türkçe siyasetnamedir.
Lütfi Paşa Asafnamesini sadrazamlıktan azledildikten sonra 1541’de kaleme almıştır. Son olarak 1991’de yayımlanmıştır. Adaleti devletin temel taşı olarak görür.
Gelibolulu Ali 1541-1600 arasında yaşamıştır. Nasihatül Selâtin (sultanlara öğütler)’i, 1581’de Halepte yazdı. Kitap 1979-82’de Viyanada A. Tietze tarafından yayımlandı.
Nergisî 1592’de Saraybosnada doğdu, 1635’te Gebzede öldü. Eserini 1628-29’da Bosnada, Banyalukada yazdı. Nergisînin en sade eseri kabul edilir. Bilindiği gibi Nergisî, Veysî ile birlikte en ağdalı yazan iki Osmanlı yazarından biridir.
Bunların hiç birisi Yusuf Has Hacibin Kutadgu Biligine eş değildir. Zaten o kadar da hacimli değillerdir.
 
3. Osmanlı döneminde medreselerde Kutadgu Biligden yararlanıldı mı? Yararlanılmadıysa neden?
 
Osmanlı döneminde medreselerde Kutadgu Biligden maalesef hiç yararlanılmamıştır. Zaten Kutadgu Bilig şanına ve önemine yakışmayan şekilde çağımıza sadece üç nüshayla gelebilmiştir. Bunlardan ikisi Arap, birisi Uygur harfleriyledir.
Yapıtımda şöyle bir ifade kullandım: “Bu kadar güzel bilgi ve düşünceler içeren, bu kadar güzel yazılan, bu kadar çok beğenilen Kutadgu Bilig’in günümüze yalnızca üç nüshayla ulaşması şaşılacak bir şeydir. Çünkü böyle bir kitabın onlarca hatta yüzlerce yazma nüshasının olması gerekirdi.”
Yapıttan sadece Otmanlı (Osmanlı) sahasında değil, Doğu ve Kuzey Türkleri sahasında da gereği kadar yararlanılmamıştır. Bunun nedeni eserin dilinin Karahanlı Türkçesi, yani sonraki kuşaklar tarafından anlaşılmaması olmalıdır. Batı ve kuzey Türkleri için bir başka neden de coğrafi uzaklıktır.
 
4. Kutadgu Bilig hakkında ilk çalışmalar ne zaman ve kimlerce yapıldı? Yurdumuzda çalışmaların geç başlamasının sebebi nedir?
 
İlk makaleyi bir Fıransız yayımlamıştır. Makale 1825’te Journal Asiatique dergisinde çıkmıştır; yazarının adı Amédée Pierre Jaubert (1779-1847)’dir.
İlk kitap yayını 1870’de yapılmıştır. Kitabı yazan Macar Armin Vambery (1832-1913)’dir. Vambery yapıtında 915 beytin ses çevrimine, tercümesine, sözlüğüne yer vermiştir. 
1890’da devreye Ruslar girmiştir. Wilhelm Radloff (1837-1919) 1890’da eserin tıpkıbasımını, 1891’de Uygur alfabesiyle ses çevrimini (tıranskıripsiyonunu), 1900’de Herat nüshasıyla Mısır nüshasına dayanarak eserin metnini ve Almanca tercümesini yayınlamıştır. Yapıtın Almanca çevirisinin ikinci kısmı 1910’da çıkmıştır.
“Bütün bunlar olurken biz ne yapıyorduk?” diye bir soru sorulması çok normal ve gayet mantıklıdır.
Batıda ilk yazının 1825’te yayınlandığını söyledik. Ülkemizde kendi eserimiz olan Kutadgu Bilig hakkında her hangi bir makale yayımlanması (yazılması değil) için tam 90 yıl, dile kolay, tam 90 yıl beklemek zorunda kaldık. 
90 yıl sonra Ragıp Hulusi Özdem 1915’te Macarcadan Thury Joszef’in yazısını çevirmiş ve Milli Tetebbular Mecmuası’nda bastırmıştır.
İkinci yazı da çeviridir. İbrahim Necmi Dilmen, 1921’de M. Hartmann’ın yazısını çevirmiş Yarın dergisinde yayınlanmıştır.
Üçüncü makale de bir çeviridir. Ragıp Hulusi Özdem, 1925’te İngilizceden Vasiliy Vladimiroviç Barthold (1869-1930)’un yazısını çevirmiş, Türkiyat Mecmuasında yayınlamıştır. Aynı yıl Özbek Türkü Abdurrauf Fitretin yazısı da anılan dergide çıkmıştır.
Fuad Köprülü Türk Edebiyatı Tarihinde (1922, 1926), Rıza Nur Türk Tarihinde (1924) yapıttan söz etmişlerdir. Ülkemizde kendi yazarlarımızın kendi eserimizden ilk söz edişi, Köprülü tarafındandır. Bu da 1825’ten tam 97 yıl, başka deyişle yaklaşık bir yüzyıl sonradır.
Tüm bunların nedeni geri kalmışlığımızdır. Bir ülke geri kaldı mı bileşik kaplar örneği, her alanda geri kalır.
Cumhuriyet devrinde Atatürkün isteği ve desteğiyle gereken çalışmalar hızla yerine getirilmiştir. Bunun sonucunda 1942’de eserin tıpkıbasımı, 1947’de ses çevrimli basımı, 1959’da bugünkü dille basımı gerçekleştirilmiştir. 1979’da sözlük-dizin yayınlanmıştır. Fakat sözlükte hala eksikler vardır.
 
5. Yusuf Has Hacibin Türklüğe ve Türkçeye bakışı nasıldır?
 
Yusuf Has Hacib Türklüğünün farkındadır ve dünyada en iyi beylerin Türk beyleri olduğunu söyler. Alper Tongayı, Ötüken beylerini anar. Türkçe bilincine sahiptir. Bitiğinde (kitabında) 7 yerde Türkçe tabirini kullanır. Kısaca dilini de sever. “Türkçeyi yabanî geyik gibi gördüğünü, onu tutup kendine yaklaştırdığını, okşadığını, kendine ısındırdığını” söyler ve “çabucak bana gönül verdi” der. Eserini Türkçe yazması onun yeteneğini, yaptığı işi güçlüğünü ve büyüklüğünü gösterir.
Kutadgu Biligin dili zengindir. Eserde bazı rakamlara göre 2.961, bazılarına göre 2.985, başka deyişle 3 bine yakın farklı kelime kullanılmıştır. Dikkati çeken husus şudur: Bunun 946’sı, yani üçte biri fiildir. Bu Türkçenin fiil bakımından ne kadar bay (zengin) olduğunu ve Türklerin ne kadar hareketli bir yaşam tarzına sahip olduğunu gösterir.
 
6. Aynı devirde Kaşgarlı Mahmut da ünlü Divanü Lügatit Türk yapıtını kaleme aldı. Ancak bu tür ulusal bilinçle yazılmış eserlerin bizde az olduğunu görüyoruz. Selçüklü ve Osmanlı Türkleri döneminde aydınlar ulusal bilince ve Türk diline önem vermediler mi?
 
Verenler de oldu. Bu konuda bir makalemi Yesevi dergisinde yayımlamıştım. Karamanoğlu Mehmet Beyin 1277’deki fermanı da bilinir. Ama çoğunlukla “vermediler” demek daha doğru bir yanıttır. Hatta bugün bile “verilmiyor” demek olanaklıdır. Maalesef Türk dili cumhuriyet devrinin ilk yarım yüzyılı hariç, hep üvey evlat muamelesi görmüştür. Bugün de görüyor. Bugün de Türkler Arap kültür dairesine ve Türkçe Arap dili hakimiyetine sokulmaya çalışılıyor. Arapça sözler ve Farsça tamlamalar sık sık kullanılıyor. Dilimizde var olan ilgi, ilişki, ilişik, bağıntı, bağlantı, irtibat, münasebet kullanılmıyor. İltisak yeğleniyor. Yıl dönümü denilmiyor, sene-yi devriye tamlaması tercih ediliyor. Arapça asıllı Türkçeleşmiş kelimeler asıllarına uygun uzun seslerle yazılıyor; Arapça kelimelerin vurguları değiştiriliyor. Örneğin haber sipikerleri şehit demiyor, şehiiit diyor, tespit demiyor, tespiiit diyor. Bu ve benzeri uygulamalarla dilimiz, Arapçalaştırılmaya çalışılıyor. Türkçeyle felsefe yapılamayacağı söyleniyor. Bu Türklerin ve Türkçenin talihsizliğidir.
 
7. Bunun sebebi nedir?
 
Türklerin örgütçülük, devlet kurma, askerlik alanlarında güçlü ve kendilerine çok güvenli oldukları tarihin de, herkesin de malumudur. Fakat Türkler kültür bakımından da güçlü olmalarına rağmen çoğu zaman kendilerine güvenememişlerdir; gözleri hep başka kültür ve uygarlıklarda olmuştur. Ya Çin, Hint ya Fars, Arap ya da batı (Avrupa, Amerika, Rusya) kültür ve dillerinin etkisinde kalmışlardır. Günümüzde bile ülkemiz bir batıya, bir doğuya eğilmekte, gidip gelmekte, yalpalamaktadır. Halbuki Türk dili ve kültürü basit, yoksul, zayıf değildir. Fakat tarihin derinliklerinden gelen kültürel güvensizlik Türkleri, Türk kültürünü ve dilini olumsuz yönde etkilemektedir.
Bunun sebebi göçebe yaşam tarzı ve yerleşik hayata geç geçmek, yazıya nispeten geç başlamaktır (Çine, Hinde, İrana, Yunana, Romaya göre geç, fakat pek çok ulusa, diyelim İngilize, Fıransıza, Almana, Rusa göre erken). Gerçi göçebe yaşam tarzı kötü, utanılacak, eksiklik duygularına yol açacak bir yaşam tarzı değildir? Doğanın, coğrafyanın zorladığı bir yaşam tarzıdır. Hür, özgür, serazat bir yaşam tarzıdır. Fakat bir dezavantajının olduğunu da vurgulamak lazımdır. Bu da yazı yazılamamasıdır. Sürekli hareket halinde olmak, yazı yazmayı engellemiştir. Yazı yazsanız eserinizi nereye koyacaksınız, nerede saklayacaksınız? Devamlı hareket halindesiniz. Hareket bazen hayvanları otlatmak, bazen kuraklık, bazen kıtlık, bazen savaş nedeniyle yerini değiştirmenin sonucudur. Yalnız bu da değil. Kar var, yağmur var, fırtına var, bora var. Çadırınız bunlardan da etkileniyor. Özetle yazı yazmak gerektiğini biliyorsunuz, bunu istiyorsunuz, fakat sözünü ettiğimiz nedenlerle yazamıyorsunuz. Sonunda bir çare buluyorsunuz. Göktürklerin yaptığı gibi taşa, kayaya yazıyorsunuz, oyuyorsunuz. Göçebe olmalarına rağmen Göktürklerin böyle bir uygulamayı düşünmeleri, başarmaları olağanüstü, fevkalade bir olaydır. Ne kadar takdir edilse azdır. Ama bu da pıratik değil, uygulaması zor. Hem yazması zor, hem taşınamıyor. Dolayısıyla ister istemez Çinin yazısına, yaşam tarzına, uygarlığına imreniyorsunuz (Tuzuna, şekerine, ipeğine, giysisine, güzgüsüne, parfümüne vb). Onun gibi olmak istiyorsunuz. Ondan etkileniyorsunuz. Yüzünüz oraya dönük oluyor. Bilge Kağanın “kentler kuralım, yerleşik hayata geçelim” demesi boşuna, sebepsiz değildi (Belki de doğru bir yaklaşımdı). İşte bu olgu, bir iki istisna hariç, tarih boyunca Türklerin yakasını bırakmamıştır.


Sonra Uygurlar yerleşik hayata geçiyor, yazı yazmaya başlıyor. Zaten daha önce de taşlara yazıyorlardı. Devletleri de var (856-11368). Dolayısıyla kendilerine güvenleri geliyor. Artık kendileri oluyorlar (İstisnalardan biri Uygurlardır).
Karahanlılar ayrı bir devlet (840-1212), lakin onlar da Uygur kültüründen geliyorlar. Onların bütün olumlu taraflarını, yazılarını, en önemlisi güvenlerini alıyorlar. İşte Yusuf Has Hacib böyle, Türklerin kültürel yön de dahil olmak üzere her bakımdan kendilerine güvendikleri bir çağda ortaya çıkıyor ve yapıtını Türkçe yazıyor. Hem İslami bir dünya görüşüyle, hem aruzla yazmasına karşın, hem daha önce örneği bulunmamasına karşın, ilk defa olmasına karşın Türkçe yazıyor ve başarılı oluyor. Eserini Arapça, Farsça değil de Türkçe yazmasının asıl nedeni, kültürel yön de dahil olmak üzere her bakımdan kendine, diline, kültürüne, toplumuna, devletine olan güvenidir. 
Kaşgarlı Mahmuta gelelim: O da eserini yine böyle, kültürel yön de dahil, her bakımdan kendine, diline, kültürüne, toplumuna, devletine güven duyduğu bir ortamda yazıyor. O kadar zahmete giriyor, bütün Türk ellerini dolaşıyor, hiç yüksünmüyor. Gerçi eserini Türkçe yazmıyor, Arapça yazıyor, ama eserini Türkçenin zengin bir dil olduğunu göstermek ve Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla kaleme alıyor; kitabında 7.500 Türkçe kelimeyi Arapça izah ediyor. Dikkat edelim Türklere Arapça öğretmeyi düşünmüyor. Tam tersine Araplara Türkçeyi öğretmeyi amaçlıyor. Türklerin “uzun sürecek bir egemenlikleri olacak” diyor. Bu çok önemli bir olgu. Görüyor musunuz ulusuna, kültürüne, diline, devletine, kendine ne kadar güveniyor?!.

Uygur coğrafyası kendine güvenini XIV. asra kadar sürdürüyor. Sonra bu yavaş yavaş kırılıyor. Arap-Fars kültürü egemen oluyor.

XI. asırda batı Türk dünyası Uygurlar kadar şanslı değil. Selçüklüler İranı, Irakı, Kafkasyayı, Anadoluyu, Suriye ve Filistini ele geçiriyorlar. Ama yazı yazmayı bilmedikleri için, böyle bir gelenekleri olmadığı için Arap-Fars kültürünün etkisine giriyorlar. Sonra Osmanlılar doğuyor. Güçlü bir devlet kuruyorlar. Ama onlar da başka bir nedenle yabancı kültürlerin etkisinde kalıyorlar. İslamiyete olan samimi inançları sonucunda Arapları kavm-i necib (soylu ulus) olarak tanımlıyorlar; içinden çıktıkları kendi öz, ana, esas Türk kitlesini kaba, saf, köylü diye horluyorlar. İktidarı yitirmemek için öz, ana, esas Türk unsurunu devlet kademelerinden uzaklaştırıyorlar. Türklerin yerine devşirdikleri yabancıları getiriyorlar. Halkın devletin emirlerinden, uygulamalarından haberdar olmasını istemiyorlar. Bunun için dillerini öyle bir hale getiriyorlar ki, ne Türk, ne Arap, ne Fars anlıyor. Sadece bir avuç bürokrat anlıyor. Bunu bilerek yapıyorlar. Sonra bir cumhuriyet kuruluyor. Tarihte ilk defa kendi ulusuna, diline,  kültürüne dayanıyor, inanıyor, güveniyor…
Sonrası biliniyor…