Bundan yaklaşık 5 ay kadar önce “Tefeci Bankalar, Tırışka İktisatçılar, Çapsız Aydınlar” isimli bir makale kaleme almış ve ekonominin direksiyonunda yer alan bazı kişilerce yapılan yerli yersiz açıklamalarının piyasalarda kırılganlığa yol açtığını anlatmıştım.
 
Maalesef ahlâki davranmayan sözüm ona “çapsız” bir aydınlar kitlesiyle karşı karşıyayız. Kerameti kendinden menkul büyük! İktisatçılar; Avrupa ve Amerika’daki parasal genişlemelerden ve daralmalardan bahsedip, faiz hadleriyle oynayarak ekonomide bir takım dengelerin oluşacağını zannediyor ve Euro değer kaybettikçe Avrupa ekonomilerinin toparlanacağını ileri sürüyorlar. Bu düşünceleriyle; Eli Heckscher ve Bertil Ohlin tarafından geliştirilen uluslararası ticaret modeline takılıp kalıyorlar. Hani 1980 sonrasında Türkiye dahil birçok ülkede; ülke ulusal paralarının yabancı paralar karşısında değer kaybetmesinin, ülkelerin ihracatını arttıracağını ileri süren ve ancak hammadde bakımından zengin ülkeler için geçerli olan “aptalca teorem” var ya, işte ona. Şu bir gerçektir ki; Heckscher - Ohlin Modeli, hammadde bakımından dışa bağımlı Türkiye gibi ülkeler için “hikâyeden” başka bir şey değildir.
 
Bu teoriye dayanarak Türk lirası dolar karşısında 1980 ilâ 2002 yılları arası dönemde 70 liradan 1 milyon 350 bin liraya yükselirken, Türkiye’nin ihracatı aynı dönemde 3,5 milyar dolardan 35 milyar dolara çıkabilmişti. Yani Türk lirası ABD doları karşısında 20 BİN kat değer kaybederken, Türkiye’nin ihracatı ancak 10 kat artabilmişti.
 
Ancak üretim artışına dayalı ihracat modelinin uygulandığı 2002 ilâ 2014 yılları arası dönemde, Türk Lirası ABD doları karşısında 1,35 TL’den 2,50 TL’ye çıkarken, ihracatımız 35 milyar dolar düzeyinden 160 milyar dolar seviyesine yükseldi. Anlayacağınız Türk lirası ABD doları karşısında sadece %85 oranında değer kaybederken, ihracat artışımız yaklaşık %400 oranında gerçekleşti.
 
Türk ekonomisinin temel sorunları bence yetersiz üretim, buna bağlı düşük istihdam ve dengesiz vergi tahsilatından kaynaklanıyor. Şimdi size toplumun ekonomi katmanından iki tane örnek vererek ekonomideki genel sorunu özetleyeceğim.
 
Bundan bir yıl kadar önce Kapalıçarşı’da Ahmet Kökler isimli bir dostumu ziyarete gitmiştim. O sırada Ahmet beyin ofisine başka bir misafir arkadaşı geldi ve laf arasında ülkenin ve hükümetin durumunu sordu. Ahmet bey, bu kişiye; “Siz verginizi tam olarak veriyor musunuz?” diye sordu. Arkadaşı “hayır” diye cevap verince, Ahmet bey; “O zaman sizinle devlet işleri konuşulmaz” dedi ve hemen akabinde ikinci soruyu sordu; “Siz zekâtınızı tam olarak dağıtıyor musunuz?” Gelen misafir bu soruya da olumsuz yanıt verince, Ahmet bey; “O zaman sizinle din işleri de konuşulmaz” deyip meseleyi hemen kapattı.
 
Gelelim ikinci örneğe. Can Holding yönetim kurulu başkanı ve Enerji Petrollerinin sahibi Kemal Can, görüşlerine önem verdiğim ve oldukça temkinli hareket eden değerli bir işadamı dostumdur. Son altı aydır ekonomide ciddi bir daralma başladığını ancak bunun tamamıyla ekonomik stresten kaynaklandığını dile getiriyor. Tatil yapmayan, 7 gün 24 saat çalışan ve yatırım yapıp istihdam yaratmak suretiyle bu ülkede taş üstüne taş koyan müthiş bir işadamı. Can Holding ve iştiraklerinde çalışan insan sayısı yaklaşık 3000 kişi. Şirketin başarılı olmasının arkasında şüphesiz birçok neden var ancak bence esas sebep idarecinin zihniyetinden kaynaklanıyor. Dün Kemal beyle beraber iken bir şey söyledi. “Ben artık hiçbir işi doğrudan doğruya yönetmiyorum. Kafasında iş fikri olanlar her türlü hazırlığı uzun uzadıya yapıyor, ben sadece son karar mercii olarak uygun görürsem onaylıyorum, görmezsem reddediyorum. Böylelikle kendimi o işe kaptırıp yanlış karar almaktan kurtulmuş oluyorum”.
 
Kemal beyin tecrübeleriyle bertaraf ettiği ve şirketini başarıya götüren bu olayın bilimsel karşılığı, “güç zehirlenmesi” dediğimiz yönetimsel bir zayıflıktan kendini bertaraf edebilmesi. Kendini herhangi bir konuya fazla kaptıran yönetici, dış etkenleri görmezden gelmeye başlayınca ve hele hele etrafında çok sayıda “Efendim siz her şeyin en doğrusunu bilirsiniz” diye yağ çeken şakşakçılar mevcut ise (ki her ekonomik, siyasi ve politik yapıda bunlardan çok sayıda vardır) hislerine yenik düşer ve yanlış kararlar almaya başlar. Ondan sonra ver elini “iflas dairesi”. Koca koca şirketler bir bakarsanız batmış gitmiş.
 
Bu iki örnek üzerinden giderek Türkiye’nin sorunlarını özetlemekte fayda var. Öncelikle toplumun alt ve orta katmanları vergisini tam olarak öderken, üst katmanları mükemmel bir şekilde vergi kaçırmaya devam ediyor. Kemal Can gibi bir işadamı tek başına 3000 ailenin iaşesini temin ederken, Türkiye’nin rantiyecileri sadece para alıp satmak suretiyle bu devletin milyarlarca lirasını ceplerine atmaya devam ediyor.
 
Geçen hafta teminat yetersizliği nedeniyle kredi alamayan KOBİ’lere ve KOBİ dışı işletmelere kefil olup bu işletmelerin finansman alabilmesine imkân sağlayan Kredi Garanti Fonu’nun teminat limiti 250 Milyar liraya yükseltildi. Ancak buradan devlet yetkililerini uyarmakta fayda var. Birçok banka, “batık kredileri” dolaylı şekilde Kredi Garanti Fonu’na aktarmaya başladı. Devletin 250 milyar lirası, önceki yıllarda bankalarca dağıtılan ve tahsili mümkün olmayan kredilerin tahsiline yönlendirilmiş durumda. Devletin bu sistemi yaratmasındaki esas sebep istihdamı arttırmak, ancak göreceksiniz işin sonunda Türkiye’deki bankalar bu yıl kâr patlaması gerçekleştirirken, KGF destekli istihdam artış oranı beklentilerin çok çok gerisinde kalacak.
 
Türkiye maalesef tezatlarla dolu bir ülke. Ortalıkta yüzbinlerce iktisatçı ve işletmeci var ama bir tane bile teori üretebilen ekonomist yok! İddia ediyorum; Cumhuriyet döneminin tüm iktisatçılarını toplayıp 100 ile çarpsanız, Osmanlının son dönem Maliye Bakanlarından Mehmet Cavit’in tek bir tırnağı bile edemez. İsminin başına “Profesör” unvanı ilave edilince kendisini Keynes ya da Friedman zanneden ancak iktisattan zerre kadar anlamayan kişilerin, dünya ekonomi tarihinde tek bir Türk’ün bile neden isminin geçmediğini kendilerine sorması gerekmiyor mu?
Osmanlı Devleti’nin mali otoriteleri bu tarz dangalaklardan oluşsaydı 623 yıllık devlet herhalde altı senede tarihe karışıp giderdi. Osmanlı devleti kurulduğunda ne merkantilizm vardı ne de liberalizm. Peki Osmanlı’nın ekonomi politikası nasıl bir özellik arz ediyordu? Bunu hiç merak etmiyor musunuz? Bunu merak edenlere sadece bir cümle her şeyi izah edecektir; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”.
 
Osmanlı devlet yaşantısında insanın dikkate alınmadığı hiçbir uygulama bulamazsınız. Çünkü insan, devlet idarecilerine “Allah’ın birer emanetidir”. Osmanlının yaklaşık dört buçuk asır boyunca uyguladığı ve “Provizyonist” özellik arz eden iktisat politikası da “insanı” esas almıştır. Bu iktisat politikasına göre ülkede üretilen her türlü mal ve hizmet, öncelikle ülke halkının kullanımına ve refahına sunulacaktır. Örneğin ülke içinde 2 milyon ton pamuk üretiliyor ve loncalar ile halkın toplam pamuk ihtiyacı da 2 milyon ton ise, o yıl üretilen pamuk hiçbir şekilde ihracata konu edilemez. Ancak eğer pamuk talebi 1 milyon 500 bin ton olursa, böyle bir durumda fazla üretilen 500 bin ton pamuk yurt dışına ihraç edilebilir. Osmanlı hemen her türlü mal ve üründe bu politikayı asırlar boyu büyük bir titizlikle uygulamıştır. Aksi bir uygulamanın; ülke içerisinde mal sıkıntısına ve kıtlığa yol açacağını, böyle bir durumun fiyatlar genel seviyesini yükselteceğini Osmanlı bürokratları çok iyi biliyordu.
Provizyonist ekonomi politikası, Osmanlı’da yaklaşık 450 yıl boyunca enflasyonun çok düşük düzeyde yaşanmasına, fiyatlar genel seviyesinde makul bir artışa ve halkın refah seviyesinin stabil kalmasına imkân sağlamıştır.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hemen her ortamda dile getirdiği “yüksek faiz” vurgusu, Türkiye’de faaliyet gösteren iş adamlarının, sanayicilerin ve cebinde kredi kartı taşıyan her vatandaşın ortak sorunudur.
 
Hazine verilerine göre faiz oranlarındaki her “bir” puanlık artışın T.C. Hazine’sine getirdiği ilave yük yılda 6 milyar TL olup bu da yaklaşık 2 milyar dolara karşılık gelmektedir. Gezi olaylarının hemen öncesinde faiz oranları Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç olmadığı kadar düşük bir seviyeye gerilemiş ve yıllık bazda yüzde 4,61 düzeyini görmüştü. Gezi Olayları Türkiye’deki olumlu havayı birdenbire tersine çevirmiş, artan siyasi ve politik riskin etkisiyle faiz oranları hızla yükselmeye başlayarak ilk aşamada %8’lere, sonrasında ise 17/25 Aralık 2013 Yargı ve Emniyet Darbesi ile birlikte %12’lere fırlamıştı. Yaklaşık yüzde 7,5 oranında artış kaydeden faiz oranlarının 1,5 yıllık zaman süresi içerisinde Türk Hazinesi’ne getirdiği ek maliyet rakamı 49 milyar TL ediyor ki bu da yaklaşık 23 milyar dolara karşılık gelir.
 
Peki bu 23 milyar dolar ne anlama geliyor?
 
Merkez Bankası’nın uyguladığı yüksek faiz politikasından dolayı Devlet Hazinesi’nden çıkan bu parayla neler yapılmaz ki. Örneğin; muhalefet liderlerinin ve FETÖ yapılanmasının sürekli dillendirdiği Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin toplam maliyeti 1 milyar 350 milyon lira. Bu sarayın aynısından sadece Ankara’ya değil Türkiye’nin 39 iline birer tane daha yapabilirdik. Maliyeti 4,5 milyar TL olan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden 11 tane daha inşa edebilirdik. Ankara ile İstanbul arasındaki Hızlı Tren’in maliyeti 7,2 milyar TL olduğuna göre aynı hattan 7 tane daha yapabilirdik. Asya ve Avrupa kıtalarını deniz altından birbirine bağlayan ve Türkiye’nin medarı iftiharı olan Marmaray Projesi’nin maliyeti ise sadece 8 milyar TL. Rantiyecilerin cebine giren parayla Boğaz’ın altına 6 tane Marmaray yapabilirdik.
 
Çok fazla bulaşmak istemiyorum ama on binlerce dolar maaş alıp, Boğaz’da balık eşliğinde viski ve rakı zıkkımlanmak suretiyle Türkiye ekonomisi hakkında ahkâm kesen iktisatçılara bir atasözünü hatırlatmak isterim; “Biliyorsan konuş alim sansınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar.”
Gelelim dün yaşanan ve Türk spor tarihine kara bir leke olarak geçecek olaya. Galatasaray Spor Kulübünün mali kongresinde FETÖ mensubu Arif Erdem ve Hakan Şükür’e sahip çıkılıp, kulüpten ihraç edilmemesi kabul edilebilir bir şey değil. 15 Temmuz darbesinde bu ülkeyi kan gölüne çevirip 250 kişinin ölümüne, iki binden fazla insanın yaralanmasına sebep olan FETÖ mensuplarına destek veren Galatasaray Spor Kulübü üyelerinin, Terörle Mücadele Yasası kapsamında yargılanması gerekiyor.
 
Hükümete muhalif olmayı önemli bir “sosyal statü” veya “aydın olma” göstergesi olarak yorumlayan eblehlerin bu tutumu, artık sözün bittiği yer.
 
İnsan tüm bu olayları görünce ne diyeceğini bilemiyor. Bir ülkenin bu kadar çok haini nasıl olur anlaşılır gibi değil.
 
Allah yardımcımız olsun…  (Makaleyi Yazan:Dr. Mehmet Hakan Sağlam-26 Mart 2017)
 
Sağlıcakla kalın…