İfade özgürlüğü birçok hakkın temelini oluşturur.

Bu hak demokrasilerin temel taşlarından biridir.

İfade özgürlüğü, tarihsel süreç içerisinde insanlığın sahip olduğu en önemli kazanımlardan birisidir. Fakat neredeyse bütün haklar için geçerli olan hakların sınırlandırılması meselesi bu hak içinde gündeme gelmektedir. İfade özgürlüğünün en önemli sınırlama sebeplerinden birisi de nefret söyleminin söz konusu olduğu durumlardır.

Her hakkın kötüye kullanımı söz konusu olabileceği gibi ifade özgürlüğü hakkının da kötüye kullanımı sonucu nefret söylemi ve bunun sınırlandırılması son dönemlerin en çok tartışılan hususu olmuştur. Ne yazık ki bu tartışmalar genellikle hukuk ve hukukun bir parçası olan mevzuat ve uluslararası mahkeme kararları ile sınırlı kalmıştır.

Hâlbuki meselenin sosyolojik ve siyasi sebepleri de aynı şekilde önemli bir nokta olup üzerinde konuşulmasını fazlası ile hak etiği değerlendirilmektedir. Bu bağlamda gerek dini, gerekse etnik köken, cinsel kimlik benzeri özellikleri nedeniyle bireylerin bir birine karşı kullandıkları nefret söylemleri toplumsal şartlardan bağımsız değildir.

Demokratik toplumların hukuk sistemlerinde ifade özgürlüğü ve bunun sınırlarına ilişkin tartışmanın yoğunlaştığı ve herkesi tatmin edecek bir sonuca varılmadığı sorunlardan birisi “ırk, din ya da başka kimlikleri referans alan nefret içerikli” düşüncelerin kullanılmasıdır. İnsan haysiyet ve onuruna yönelik bir saldırı olarak nitelendirilebilecek nefret söyleminin sınırlandırılmadığı durumlarda, kendisine karşı ifade kullanılan bireyler rencide olabileceği gibi devletin pozitif yükümlülükleri ihmal edilmiş olabilecektir.

İnsan hakları alanında özgül bir ağırlığa sahip olan ifade özgürlüğü hakkı insan haysiyet ve şerefinin bir gereği olarak kullanılmakta ise, bir başka bireyin insan hak ve özgürlüğüne saldırı olması durumunda da yine insan onuru gereği sınırlandırılması gerekecektir. Bu kapsamda hukuk bilimi açısından karşımıza iki soru çıkmaktadır, acaba hangi tür ifadelere müdahale edilmeli ve bu müdahale ne tür bir müdahale olmalıdır.

Buna göre ne tür nefret söylemi içeren ifadelerin sınırlandırılması gerektiği tartışmalı bir alandır. Bu konuda en zor konulardan olan dini hisler ve değerlere tanınan korumadır. Nitekim nelerin dini değer olarak kabul edileceği ve hangi unsurlar bir araya geldiğinde bu korumanın devreye gireceği muğlaktır. AİHM, yerel makamlar tarafından ahlaki ve dini konuları ilgilendiren durumlarda, Avrupa genelinde ortak bir konsensüs bulunmaması dolayısı ile, dini değerlere saygı duyma eğilimindedir.

AİHM, Otto Preminger kararında belirttiği gibi her toplumun kendine özgü dinamikleri olabileceğini, Devletlerin dinsel barışı sağlama amacıyla bu dinamikler arasında orantı kurma konusunda takdir marjı olduğunu belirtmiştir. Ancak söz konusu takdir marjı bu konuda devletlere verilen bir ruhsat olabilmekle birlikte, içeriğinin doldurulması yine o devletlerin yetkisinde bulunmaktadır. Kanaatimizce bu takdir marjını kullanma eğilimi ceza hukukunun işletmek şeklinde olmamalıdır. Nefret söylemi şiddete teşvik ve tahrik içeriyorsa bu durumda ifade özgürlüğü hakkı kötüye kullanıldığı kabul edilebilecek ve ifade özgürlüğünün korumasından yararlanamayacaktır. Suçun unsurlarından olan zarar tehlikesinin şiddetin teşvik edildiği durumlarda oluştuğu kabul edilebilecektir.

Ancak, kullanılan ifadenin şiddeti içermeyen, salt konuya ilişkin fikir beyanı olduğu kabul edilen durumlarda, cezai müeyyideye başvurmak yerine toplumsal iletişim kanallarının açık tutularak tarafların karşılıklı görüş alışverişi yapması ile, şayet bu şekilde sorun çözülemiyorsa, tazminat hukuku mekanizmalarını işleterek konuya yaklaşmanın daha uygun olacağı kanaatindeyiz.

Nitekim devletin bu konularda cezai müeyyideler uygulaması, bazı durumlarda kamu barışını veya huzurunu korumaktan çok, ona zarar verebilmektedir. AİHM de vermiş olduğu kararlarda başvuruculara verilen cezanın hapis cezası olması durumunda konuya daha ihtiyatlı yaklaşmakta ve yaptırımın ağırlığına göre ihlal kararları verebilmektedir. (Hüseyin Göktepe)

Sağlıcakla kalın…